Geçen sonbahar Facebook’ta İstanbul’daki bir atölye duyurusunu görmüştüm, keşke İzmir’de de olsa demeye kalmadı, birkaç hafta sonra aynı atölyenin İzmir’de yapılacağını gördüm. Hemen kayıt oldum ve belirtilen tarihte heyecanla Seferihisar’dan İzmir’e gittim. Konu çok enteresandı: ecoprint yani çeşitli bitki ve yapraklarla kumaş üzerine doğal baskı. İlk etapta böyle bir şeyi duyunca ve ilk deneyimi yaşayınca benim dahi aklıma “ben bunu hemen öğrenir, para bile kazanırım” fikri oluştu. Ne kadar yanılmışım. İşin içine girince, eğitimi veren Beste Bonnard’ı tanıyıp kendisini takip etmeye, doğal boyama ve bitkilerle baskının felsefesini öğrenmeye başlayınca, şöyle oldu: dur, yavaşla, öğrenmeye, araştırmaya devam et, yolun daha başındasın. Neden fikrimin değiştiğini Beste Hanım ile yaptığım söyleşiyi okuyunca anlayacağınızı tahmin ediyorum. Keyifli okumalar…
– Okurlarımızı daha fazla merakta bırakmadan sorayım, ecoprint nedir? Bu kadim ve doğal yöntem nasıl yeniden gün yüzüne çıkmış?
– Bitkilerdeki boyar maddeleri ısıl işlemle doğrudan kumaşa çıkarmaya ekoprint, Türkçeleştirirsek ekolojik baskı diyoruz ya da bitkilerle baskı veya benim sevdiğim tanımla botanik baskı. Ecoprintin yaratıcısı India Flint. Anneannesi Slav kökenli. Paskalya yumurtalarını yapraklara sarıp pişirerek yaprağın renk ve izinin yumurtalara çıkmasını sağlayan bir gelenekle büyümüş. India doğayla bağı kopmamış bir kişi ve yenidünya insanı olarak paylaşıma inanıyor. Bu tekniği kumaşa uygulayıp geliştirmiş ve dünyayla paylaşmaya karar vermiş. Nefis, çok katmanlı bir kitap yazmış. Kitabı her okuyuşta yeni bir bilgi alabiliyorsunuz. O yüzden şu ana dek dünyada ecoprintle ilgili başkaca bir kitap yazılmadı çünkü birincisi insanların yeterli deneyimleme zamanı olmadı ve India’nın kitabının üstüne kitap yazmak her babayiğidin harcı değil. Bu konuda başka kitaplar var tabi, onun kitabının ucuz ve kötü çevirisi olan kitaplar. Sadece yöntemi keşfetmiş değil India, ayrıca deneyimlerini cömertçe paylaşmış ve bu kitabı çok değerli kılıyor.
Eko çünkü metalik tuzları veya kimyasal malzemeleri kullanmıyor, doğadan etik olarak yaprak toplayıp bunu ritüellerle kumaşa işliyor. Geri dönüşüme önem veriyor. Bu işin felsefesi üzerinde çok duruyor. Moda sektörünün, ucuz işçiliğin, tarım ilaçlarına boğulmuş kumaşların dünyaya ve çevreye etkisi üzerinde çok duruyor. Bütün bunların çıkış noktasının ekoloji olduğunu unutmamak lazım. Kendi derimize ve doğaya zarar vermemek, kumaşları olabildiğince dönüştürmek, kendi boyamızı yapmak, kıyafetimizi dikmek ve yavaş bir hayat geçmek için bunları yapabilmek işin özü… Hırsa, çirkinliğe yer yok bu dünyada, fazlasını tüketmeye de. Beni en çok büyüleyen taraflarından biri de budur.
– Siz nasıl geçtiniz yavaş giyim ve yavaş boyamaya?
– Önce slow (yavaş) hayata geçtim, sonra Slow Food’u (Yavaş Gıda Hareketi) takip ettim, kendi gıdamı kendim yetiştirmeye başladım, yoğurdumu, ekmeğimi yaptım, sebzemi yetiştirdim. Bunlar birbirini takip etti. Böyle bir yola girince zamanla her şeyi sorguluyorsun, ne giydiğini de sorguluyorsun. Giysiler, kumaşlar zehirle boyanıyor. Bu zehirler nehirlere karışıyor, küçücük çocuklar, tüm canlılar bunlardan etkileniyor. Tekstil sanayi ucuz işçi, çocuk işçi peşinde ve moda endüstrisi adı altında bize bunu pazarlıyorlar. Ben de yavaş hayatın bir parçası olarak yavaş giyime yöneldim. Eskimeden yeni bir şey almamak, anneannelerimizin yaptığı gibi kendi elbiseni kendin dikmek, eskiyen yerlere yama yapmak. Şimdi yavaş moda dediğimiz şey bu ama önceden zaten hep böyleydi. Yama işi örneğin Japonlarda çok gelişmiş, giysiyi lime lime olana dek kullanıyorlar, Japonların sürekli yamayla yaptıkları giysilere boro deniyor. Bunun modası var.
Benim için tekstil kullanılıp atılan bir şey olmaktan çıktı böylece. Bunun bir tüketim malzemesi olarak görmediğin zaman yavaş giyime, yavaş boyaya geliyorsun. Doğal boyaya yönelişimin amacı ekolojiyle ilgili. Geldiğim nokta bu; nasıl az çöp üretirim, nasıl çocuğumu doğal beslerim, nasıl zehirsiz boyalar bulurum diye yaşarken bütün bunlar beni doğal boyaya yöneltti. Elbette hepsi kadim teknikler. 18. yüzyıla kadar her şeyi doğal boyalarla boyamışlar, sonra sentetik, kimyasalların bulunuşuyla mertlik bozulmuş. Tekstil ve boyalar ucuzlamış ama ucuzladıkça zehir artmış. Dünya hızla kirleniyor ve zehirleniyor. Bunun geri dönüşü var, yeter ki isteyelim.
– Küçükken doğa ile aranız nasıldı? Doğayla bağınızın bir mazisi var mı?
– Ben İstanbul’da doğup büyümeme rağmen şanslı bir çocuktum, çünkü mahalle kültürü henüz kaybolmamıştı, İstanbul’u yüksek binalar basmamıştı o zamanlar. Silivrikapı Surları ile çevrili, Samatya’ya ve Yedikule Bostanlarına komşu, çok renkli ve doğal alanı bol, eski bir semt olan Kocamustafapaşa’da büyüdüm. Çevredeki boş arsalar, çocukluğumuzun en büyük eğlencelerinden eski köşkler ve bunların bahçeleri bize macera için yeterli alan sunardı. Mahallenin tam ortasındaki ceviz ağacı aynı “Avatar” filmindeki gibi mahallenin tüm çocuklarını üstünde toplardı. Erkek çocuk gibiydim, o ağacın her dalına bir çocuk, kuş gibi tüneyip neredeyse tüm günü ağacın üstünde geçirirdik. Dut ve incir ağaçları beslenme çantamızdı, tırmanıp en güzel meyveleri yiyebilirdik. Anneannemin evinin arka bahçesinde kendime bir minik bahçe yapıp domates yetiştirdiğimde 7-8 yaşlarındaydım. İlkokuldayken çocukların çoğunluğu köylerine giderdi yazın, “bizim niye köyümüz yok” diye ağladığımı söyler annem. Artık bir köyümüz var ama Fransa’da. Bir de bir ara Çerkeş’te (Çankırı) yaşadık biz. İlk defa nehrin çamurunda yuvarlanan mandalar görüp madımak toplayan köylü kadınların yamacından ayrılmamıştım. Babam boyumu aşan dev balıklar tutar, suyu evin ilerisindeki kaynaktan içerdik. Çocukluğumun en mutlu anıları Çerkeş’teki adını hatırlayamadığım o köyde, doğanın kucağındaki üç ayımdır.
– Kentte yaşamınız nasıldı? Kent size neler kattı ve neler götürdü?
– Artık şehirdeyken doğayla iç içe yaşamak çok kolay değil. Ama benim yatay, dikey her yanını saksılarla doldurduğum balkon bahçelerim oldu hep. Zeytin, karabiber, defne ağaçlarım, kabuktan yetiştirdiğim yer elmalarım ve maydanozlarım oldu. Her taşındığımda taşıyamadığım ağaçlarım, mor salkımlarım apartmanın bahçesine kaldı. Yeşilköy’de yaşadığım siteden taşınırken komşum mor salkımı götürmemi de rica etmişti, Saksıdan çıkan kökler bahçe toprağına ulaşmış ve mor salkım üçüncü kata kadar çıkmıştı. Kent dışında bir yaşam deneyimim 37 yaşına kadar olmadı. Kent o zamanlar beni kültürel olarak tiyatro, konserler ve arkadaşlıklarla besliyordu ancak her zaman doğa açlığı çektim.
– Hobileriniz nelerdi? Yaşamınızın son 10 yılından önce nelerle uğraşıyordunuz?
– İş avukatlık olunca geriye pek zaman kalmıyordu açıkçası. Sabah sekiz civarı çalışmaya başlayıp öğlen ikiye doğru duruşmalardan anca çıkıp ofiste oluyor ve ilk öğünümü elim ayağım titreyerek yiyordum. O zamana kadar aç kalmış yorulmuş, strese girmiş bir beden! Bitmeyen telefonlar her an her yerde! Eşim Fransız, bir türlü anlamıyordu bu her an telefona cevap verme mecburiyetini. O asla yemek saatini kaçırmaz, mutlaka keyfiyle yer ve yemekteyken telefonunu cevaplamaz. Sanırım ilk değişimlerin başladığı an eşimle tanışmamla olmuştu; “böyle yaşayabilen insanlar varmış yeryüzünde, sadece nefes almadan çalışmak dışında bir hayat varmış” dedim.
Konserler, film festivallerini kaçırmaz ve fırsat buldukça dünyayı gezerdim. Çeşitli projelerde çalıştım. Türkiye’nin tüm denizlerinde dalış yapıyordum, Mısır’da, Kaliforniya’da, Maldivler’de vs. dalışlar yaptım. Hafta sonları dalışa gidip doğada kamp kurardık bunlar biraz olsun nefes almama yol açardı.
– Fransa kırsalına taşınma fikri, daha doğrusu kırsalı tercih sebepleriniz nelerdi?
Köyüm yok diye ağlayan bir çocuktum ya, büyüdüm ve o köyü buldum. Şaka bir yana oğlum doğada büyüsün istedim, ona güzel ve yavaş bir çocukluk hediye edeyim, doğayla bağı kesilmesin, en azından temeli öyle olsun istedim. Leonardo 6-7 yaşına kadar doğayla oynadı. Yabani mantarları tanır, ekim dikim yapar. 12 yaşına gelmesine rağmen halen oyun oynar, resim yapar. Benim doğa açlığım dayanılmaz boyutlara gelmişti, elim toprağa değsin, kendi besinimi kendim üreteyim istiyordum. Bunu kısmen başardım ve kendi besinimi doğadan sağlayabilirim. Bu 10 senede botanik bilgim çok gelişti. Şimdi görüyorum ki ben doğayı seçtim diye düşünürken o beni çağırmış! Bitkilerle konuşmaya başlamam çok uzun sürdü ve karşılıklı güven geliştirdik artık, sırlarını bana fısıldıyorlar.
– Doğal boyama ve bitkilerle baskı (ecoprint) maceranıza dönelim isterseniz, nasıl başladınız?
Bazen günlerce eşim ve oğlum dışında kimsecikleri görmeden, tüm günümü bahçemde geçiriyorum. Botanik bilgim arttıkça bitkilerin şifası haricinde boya verdiklerini de keşfettim. Bu keşif milat oldu benim hayatımda çünkü o günden itibaren her gün heyecanla yataktan fırlayıp doğal boyama yapmaya başladım. Buna Japonlar “ikigai” diyor, her gün yaşama heyecanla başlama sebebi! Bu benim için doğal boyama oldu.
Ecoprintle ilk karşılaşma anımı hatırlamıyorum. Ama beni geliştirecek olan India Flint’e Yeşim’in (Kireççi) bahsetmesiyle kavuştum. Hemen kitabını aldım. Lakin kitaptan sonuca ulaşmak hiçbir şey bilmeyen biri için imkânsızdı. Çok hayal kırıklıklarım oldu, Terria Wong’un online kitapçığını aldım, ikinci hayal kırıklığını da onda yaşadım, bir cümle bilgi ve bolca fotoğraf olan bir kitapçıktı. Derken denemelere başladım. Metodik olarak denemeler yapıp bunları not ettim. Yıkama ve ışık haslıkları üzerinde çalıştım çünkü bazen nefis şeyler ortaya çıkıyor ama ilk yıkamada uçuyordu. Derken bir gün bohçayı bir açtım, yaptıklarıma bakınca kalbim güm güm attı.
Zamanla kendi tekniğimi geliştirdim ve şimdi onu öğretiyorum. Bu yaz Irit Dulman’dan bir hafta ders aldım, onun tekniği bambaşka. Beş yılın sonunda hiçbir şeysiz ormanın ortasında da ecoprint yapabilir, doğal mordanlar kullanarak kusursuz baskılar yapabilir hale geldim ve bunun derslerini veriyorum.
– Başka doğal baskı yöntemleri var mı?
– Ecoprint bir doğal baskı yöntemi evet, doğal boyama üst başlık olunca içine bir sürü şeyi dahil edebiliriz. Hapa-Zome bunlardan biri, direkt baskı diyebiliriz, çekiçle boyanın çıkarılması yöntemi. Ayrıca güneşte pişirme, soğuk yöntemle boya çıkarma, doğal boyalarla baskı, geleneksel boya ve baskı, tahta ve başka malzemelerle yapılan kalıplarla baskı vb.
– Ecoprint alanında siz hangi sanatçı ve tasarımcıları takip ediyorsunuz?
– India bizim ana kraliçemiz, dolayısıyla onu takip diyorum öncelikle. Irit Dulman başka bir boyuta taşıdı, ne kadar ekolojik tartışılabilir ama mükemmeliyetçi kişiliği çok net ve nerdeyse kusursuz baskılara ulaşmasını sağladı. Bu anlamda iki akımın iki temsilcisi onlar. India doğanın sürprizlerine özellikle yer bırakıyor ve süreci kontrol etmeye çalışmıyor, ritüeller onun için önemli ve önceliği doğa. Irit ise mükemmeliyetçi, süreçten çok sonuç odaklı. Irit’ten bizzat, India’dan da online ders aldım. Bambaşka yaklaşımları var. Endonezyalı, Rus, İtalyan heyecan verici sanatçılar var. Tabi benim öğrencilerimden Yeşim Aykın, Zekiye Özalp, Didem Diblen, Çiğdem Güngör, Emel Argan ve Şive Sel sevgiyle takip ettiklerim.
– Ecoprintin ruhuna zarar gelmeden gelişmesi için bizzat eğitimler veriyorsunuz ya da verdiğiniz eğitimlerin bir amacı da bana buymuş gibi geliyor. Bu eğitimler nasıl ve ne zaman başladı? Düzenlediğiniz atölyelerden bahseder misiniz?
– Ecoprint eğitimlerine ilk 2015 yılında Permakamp ve Kampa Gidelim mi Baba? kamplarında başladım. İlk doğal boyama eğitimini 2014’te Dedetepe’de verdim. 2016’da da Fransa’da eğitim vermeye başladım. Aslında ecoprint diye sınırlamamak gerekir benim amacım doğal boyama ustaları yetiştirmek, ekoprint de bunun bir parçası. Ayrıca doğal boyama, organik indigo, kâğıt üzerine ekoprint ve doğal boyama ile geleneksel baskı eğitimleri veriyorum. Eğitimler genellikle birbirini tamamlayacak şekilde oluşturuldu. Temel ve ileri seviye olarak ikiye böldüm. Kural olarak da öğrencilerimi takip edip yeterince deneyim kazanınca bir sonraki atölyeye alıyorum. Neyi neden yaptıklarını anlayıp iyi birer doğal boyama ustası olabilsinler diye. Yoksa yazar ellerine veririm, onca bilgi arasında sadece kaybolurlar.
– Sanırım en fazla 2017’de öğrenciniz oldu. Öğrencileriniz veya atölyeye katılan kişilerle sonrasında iletişiminiz nasıl oluyor? Onların nasıl bir yol izlemelerini isterdiniz?
– Evet yaklaşık 450 öğrencim oldu 2017 yılında ve çok büyük bir ilgiyle karşılaştım. İlk ders verdiğim yıllarda çok zor öğrenci buluyordum. Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de ilgi büyük bir hızla artıyor. Bunun kalıcı olmasını arzuluyorum. Aslında öğrenci-öğretmen tanımlarını kullanmayı çok sevmiyorum çünkü ben öncelikle kendimi öğrenci olarak tanımlarım, ömür boyu öğrenci. Sürekli öğreniyorum ve buna devam edeceğim. Şu sıralar Anadolu usulü fermantasyonla mordanlama üzerine çalışıyorum çünkü soğuk yöntem yüne zarar vermiyor ve daha parlak, dayanıklı renkler elde ediliyor. Ben öğretmenim, oldum dediğiniz an durduğunuz andır, duraksama devri gibi düşünün. Doğal boyama gelişime ve yeni keşiflere çok açık bir alan, daha yapılacak çok şey var. Bu sene çok geniş bir yelpazede öğrenci grubum oldu; akademisyenler, gravür, keçe ve geleneksel baskı sanatçıları, tasarımcılar, ne yapacağına karar vermek ve ilham almak için kurslarda hayat bulan emekliler, alaylılar, anne dedesi doğal boyama yapan köylüler. Öncelikli olarak doğal boyama ustaları yetiştirmek istediğim için, bunu arzu eden ve tüm kurslara katılanlarla ilişkimiz devam ediyor. “Kursu aldık, hadi hoşça kal” gibi değil, uzun soluklu bir ilişki bu. Bana istedikleri zaman soru sorup cevap alabiliyorlar ve oluşturduğum doğal boyama gruplarında aslında eğitim, hep devam ediyor. Bir kısmı çok iyi duruma geldi ve ders vermeye başladı, bir kısmı birbirleriyle çalışıp geliştiriyor, “kazan kardeşliği” yeni arkadaşlıklara vesile oldu ve tam istediğim gibi bu beni çok mutlu ediyor. Önce hazır olup sonra ders verilmesinde ısrarlıydım, halen de öyle. Doğal boyama sentetik boya endüstrisi tarafından bilinçli olarak karalanmış yıllardır. Doğal boyama solar, parlak ve güzel renkler elde edilmez gibi bir sürü önyargı ile uğraşıyoruz. Hazır olmadan, iyi yapılmamış her iş doğal boyamaya zarar verecektir. Doğal boyama yapmak aynı zamanda bu konuda tüketiciyi eğitmeyi de içeriyor, neyin ne olduğunu anlatmayı, aydınlatmayı…
– Çok proje ve planlarınızın olduğuna eminim, bunlar içerisinde sizi en heyecanlandıranı hangisi, bizimle paylaşır mısınız?
-Köylülerle doğal boyama bahçeleri yapıp boyar hammadde üretme projemiz var, bunun hayata geçmesini çok istiyorum. Uluslararası iki sergim olacak, Portekiz ve Avusturya’da atölyeler vereceğim, onun heyecanı sarmış durumda beni. Bunlar dışında hem kendi eğitimlerime devam ediyorum hem de online eğitimler düzenliyorum. Türkiye’ye daha sık gelip daha çok atölye düzenlemek, daha çok insanın elinden tutmak ve bu kadim tekniklerin transferine aracı olup doğal boyamanın bu topraklara dönmesini çok arzu ediyorum.
– Büyük bir hayaliniz var mı? Yani gerçek anlamda büyük hayal, fütüristik bir şey?
– Evet, doğal boyalar bitkilerden yapılıyor, her bitkinin farklı farklı şifası var. İleride bu şifadan boya vasıtasıyla faydalanacağız. Yani grip mi oldun, virüs öldürücü özelliğiyle mürver çiçeğiyle boyanmış kıyafetler giyeceğiz gibi. Bu çok uzak değil çünkü hastanelerde her türlü antibiyotiğe dayanıklı hastane mikrobunun üremesinin engellenmesi için kekik ve soğanla boyanmış çarşaflar kullanılması üzerine çalışmalar var şu an.
– Sizce doğa insanları nasıl iyileştirir, iyileştirir mi? Siz kendinizi nasıl iyileştirirsiniz?
– Doğanın derdi insanları iyileştirmek değil bence. O sadece bir bütün. Biz bu bütüne ne kadar dahil olursak o kadar iyileşiriz. Ben kendimi toprakla uğraşarak iyileştiririm. Veya ormana gidip uzun yürüyüşler yaparak, bir süre sonra yürümeyip yaprakların üstünde ağaçtan ağaca geziyorum gibi geliyor. Her hücrem ormanla bütünleşiyor. Bunun için hayata minnettarım.