Şaduman Karaca ile bitkilerin bilgeliğini anlamak, bitkilerdeki şifayı aramak…

Şaduman Karaca doğal tıp uzmanı, fitoterapist. Bu alanda uzunca bir süredir verdiği eğitimleri sürdürmek için kurduğu Fitosofia Akademi’yi bir süre önce Seferihisar’a taşıdı. Pandemi şartlarından dolayı eğitimlerini şimdilik daha çok online olarak sürdürüyor. Hem hoş geldin demek hem de daha yakından tanımak için kendisiyle uzunca sohbet ettik.

– Fitoterapi ve doğal tıpla ilgisi olanlar sizi yakından tanıyor. Bu alanda dersler verdiniz, televizyon ve radyo programlarına katıldınız, eğitimler düzenlediniz. Ama sizi tanımayan Seferihisarlılar için bir de kendi ağzınızdan dinlesek sizi. Şaduman Karaca kim, fitoterapi hikayeniz nasıl başladı?
– Şaduman Karaca: Hikâyem üniversite okumak için Almanya’ya gidişimle başladı diyebilirim. 1985 yılında gittim. Humboldt Üniversitesi’nde felsefe okudum. Oğlumun cilt hastalığı sebebiyle bir şekilde doğal tıp alanına ilgi duydum. Zaten çevre konusunda hassasiyeti olan, doğaya yakın bir insandım. Almanya’da çevre dernekleriyle birlikte hareket ediyordum. Sağlığımıza dikkat ediyor, doğal beslenme konusunda titiz olmaya, bir şeyler öğrenmeye çalışıyorduk. Başımıza hastalık olayı gelince bu alana daha dikkatli ve daha amaçlı bir odaklanma oldu. Oğlumun hastalığında bir ilaçla her şeyin bitmediğini, çözülmediğini gördüm. Sağlıklı olmanın ve sağlıklı kalmanın hayatımızda birçok şeyi değiştirmekle olabileceğini kavradım. Yaşam şeklini, yeme içmeyi, dinlenmeyi, çalışmayı, tüm bunları bütünsel bir şekilde ele alıp düzenlediğimizde bir faydasının olduğunu gördükten sonra, doğal tıpa ve bu alanda eğitimler almaya merak duydum.

– Almanya’da nasıl bir eğitim var bu alanda?
– Doğal tıp okulları var. Almanya’da doğal tıp bir ekol olarak 1930’lu yıllardan beri kabul edilmiş. Haliyle kurumsal ve sistematik bir yapıya sahip. Modern tıp ve doğal tıp diye iki sistem halinde işliyor ve doğal tıp sisteminin eğitimlerini veren okullar var. Bunun içinde temel tıp eğitimi de dahil olmak üzere homeopati, akupunktur, yoga, masaj yöntemleri gibi birçok doğal tedavi yöntemlerinin eğitimleri veriliyor. Ben tüm bunların eğitimlerini aldım. İlk başta yogaya merak sardım. Yoga eğitmeni olduktan sonra geleneksel Çin tıbbı ilgimi çekti. Oradan şiyatsuya geçiş yaptım. Arkasından da fitoterapi eğitimi aldım. Esas uzmanlaştığım ve uzun süre farklı ekollerden eğitimini aldığım alan da bu oldu.
Ama Almanya’da sadece bu doğal tedavi yöntemlerini bilmek bir şey ifade etmiyor. Doğal tıp tedavisi uygulayabilmek için temel tıp eğitimini de almak ve başarmış olmak gerekiyor.

– Tıp fakültesinde mi eğitim almak gerekiyor?
– Devlet onu serbest bırakmış, herhangi bir doğal tıp okulunda da okuyabilirsiniz. Ama sınavı devlet yapıyor. Çok ciddi ve saatler süren bir sınav. Bir teorik kısmı var. Onu geçtikten sonra bir de mülakata giriliyor. Orada da vaka çözümleri soruluyor. Çok ciddi bir denetimden geçiriliyor. Fitoterapiyi ya da herhangi bir doğal tedavi yöntemini öğrenmiş biri, insan anatomisiyle, fizyolojisiyle ya da patolojisiyle ilgili bilgiye sahip mi? Amaç bunu sağlamak. Çünkü söz konusu olan sağlık ve öncelikli olarak halkın sağlığını tehlikeye atmamak gerekiyor. Bu çok temel bir şey. Zarar vermemeyi öğrenmek gerekiyor. Ancak ondan sonra muayenehane açılabiliyor. Ben de 2006 yılında böyle bir eğitim ve sınav sürecinin ardından muayenehane açma belgesini aldım.
Eğitimim esnasında zaten stajlarımız vardı ve öncesindeki iki üç yıl hocaların eşliğinde hasta kabul ediyordum, fakat ana sorumluluk hocalarındı. 2006 yılından itibaren kendim tek başıma sorumluluk kabul eder oldum. 2012 yılının sonuna kadar da orada hasta kabul ettim. Sonra Türkiye’ye dönüş sürecim başladı.

– Bu süreç nasıl gelişti?
Türkiye’ye gelip gitmeye ve burada fitoterapi temel eğitimini vermeye başlamıştım. Hem orada hem burada olmak zorlayınca, 2013’ten sonra Almanya’da hasta kabul etmedim. İki yıl sonrasında da tümüyle kapattım.

– Türkiye’de kalmak neden ağır bastı, eğer özel bir sebebi yoksa?
– Bir anavatan, memleket hasreti vardı bir kere. Çünkü çok uzun bir süre doğduğum topraklardan uzakta yaşamıştım. Ama açıkçası bu alana girmeden önce Türkiye’ye kesin bir geri dönüş planım da yoktu. Gidip geldikçe Anadolu coğrafyasındaki bitkileri ve buradaki durumu takip ediyordum. Fuarlara geliyordum, toplantılara çağrılıyordum, konuşmalar yapıyordum, radyo programlarına katılıyordum. Şu ilgimi çekmişti, bir alternatif tıp kavramı var ama o alternatifin ne olduğunu kimse bilmiyor. Herkes kafasına göre “ben alternatifim” diye ortaya çıkıyor, üç bitkiyi öğrenen herkes tedaviye girişiyor. Bu açıkçası beni çok üzüyordu ve “orada aldığımız eğitime göre halk sağlığını tehlikeye atıyor bunlar” diye, içten içe rahatsız oluyordum.
Ayrıca tedavide kullanılan bitkilerin kendisinin sağlıksız olması beni çok ciddi rahatsız etmişti. Almanya’da oturmuş bir sistem var. Bu sistem içinde öğreniyoruz, uyguluyoruz, eczanelerle birlikte çalışıyoruz. Tamamen kurallarla, sıkı bir denetim üzerinden yürüyor her şey. Bitkilerin nasıl toplanacağı, nasıl kurutulması, nasıl saklanacağı ve nasıl terkip hazırlanacağı hep kurallara tabi ve sıkı denetim altında. Bu insanı güvende hissettiriyor. Türkiye’de ise, en basit bir çay terkibi önereceğin bir kişiye, terapiden dolayı değil ama bitkinin kötü olmasından dolayı bir zarar verip vermeyeceğini bilemiyorsun. Bu durum çok rahatsız ediciydi.
Bitkiler Eminönü’nde depolarda çuvallar içerisinde, açıkta. Aralarında fareler geziyor. Toz, toprak, ağır metal, her şey bitkilerin üzerine yağıyor ve şifa olsun diye bunlar hasta insanlara veriliyor. Bu vicdani bir konu oldu benim için.
Öte taraftan da medya alternatif tıp diye öne çıkarıyor, mucizevi şeyler anlatıyor. Zor durumda olan insanlar buna güvenip “böyle bir çözüm var” diye bu alana yöneliyor ama onu uygulayan kişi aktarda çalışan kişi oluyor. Almanya’daki o sıkı sistemden çıkıp bunun Türkiye’de uygulanışını her görüşümde çığlıklar atasım geliyordu. Gerçekten de böyle bir şey olamaz. Karaciğeri hasta, kemoterapiden çıkmış insana, karaciğerini güçlendirir deyip basıyorlar bir bitkiyi. Ama belki karaciğeri o kadar zayıf ki, o bitkiyle de çalışamayacak. Ya da o bitki böbrekte bir taşı harekete geçirecek, tıkanacak. İnsan şifa ararken, çare ararken zarar görecek, sağlığını tehlikeye atacak. Yani birincisi düzgün, bilgili, eğitimli insanların, ikincisi de bir altyapının olmaması beni çok rahatsız etti. “Ya gelme Türkiye’ye, görme, hiçbir şeye karışma. Ya da geleceksen bir ucundan tut ve düzeltmeye çalış” dedim kendi kendime. Bu ikilemde kaldım. Sonuçta da geldim.

Şaduman Karaca’yla Seferihisar’da Fitosofia Akademi’de buluştuk. Madem Akademi, kürsüde bir fotoğrafını çekelim dedik.

– Nereden başladınız?
– Kafamda çok ciddi bir konseptle geldim diyemem. Eskiden beri hayalimde bir sağlıklı yaşam merkezi kurmak vardı. Bütün bu olayların uygulandığı, eğitiminin verildiği bir merkez hayaliyle geldim. Tabii ona hala ulaşamadım, o ayrı bir konu. En azından eğitimini vererek başlayayım dedim. Bitkinin hangi bölümü kullanılır, ne için kullanılır, nasıl hasat edilir, nasıl demlenir, nasıl kullanılır… Fitoterapi temel eğitimi diyorum buna. Aynı zamanda televizyonda, gazetelerde, diğer yayın organlarında, fuarlarda bu konuları anlatmaya devam ettim. Bu epeyce ses getirdi. En temel, en basit konularda bile büyük yanlışlar vardı çünkü. Bitkilerin güneşte kurutulmaması gerektiğini ilk söylediğimde, “nasıl yani” dediler. Nasılı var mı, o bitki artık sağlıklı bir şey değil. Yanıyor, kavruluyor ve zarar verici bir forma dönüşüyor çünkü.

– Güneşte kurutulmuş domates salçası için de geçerli mi bu, biz evde hep öylesini tercih ediyoruz da?
– Yok, aynı şey değil o. Onun içindeki sıvı buharlaşıyor çünkü. Ama bitki normal koşullarda güneşin ışınlarıyla çalışan, kendine besin yapan bir canlı. Toprakla ve suyla bağı kesildikten sonra güneşin ışınını dönüştüremiyor ve güneş ışını ona zarar veriyor artık. Yakıyor. Ama bu gibi en basit konularda bile yerleşik yanlışlar öyle kemikleşmiş ki. Üstelik bunlar asla değişmez gibi bir yargı var. “Niye uğraşıyorsun, değiştiremezsin, geri dön” diyenler oldu çevremden. Ama şöyle düşünüyorum ben. Bir şeyin bilmeden yapılması ayrı konu. Ama bilindikten sonra, halkın sağlığına zarar veren bir şey yapılmaya devam edilirse bu suçtur. Bunu ben biliyordum ve size anlattım. Artık siz biliyorsunuz ve çevrenize anlatacaksınız. Böyle böyle yayılacak. Neticede gitmedim ve anlatmaya devam ettim.
Bu süreçte bir üniversiteden davet aldım, dört yıl fitoterapi dersi verdim. Açıkçası bu süreçte doğal tıp konusu bayağı yaygınlaştı. Sağlık Bakanlığı hekimlere fitoterapi sertifika programı oluşturdu. Ben eğitim vermeye başladığımda bu tür şeyler yoktu.

– Seferihisar’a gelişiniz nasıl oldu?
– Daha önce bir süre yine İzmir’de, Birgi’de yaşadım. Orada kendi imkanlarımla sağlıklı yaşam için kamplar ve eğitimler düzenledim. Küçük gelmeye başlamıştı. Fethiye’de Fitosofia için daha kurumsal bir yapı oluşturmak, bir sağlıklı yaşam merkezi açmak için imkanlar doğmuştu. Oraya gittim. Bir süre çalıştım ama olmadı. Bir yıl kadar süre oldu, artık Seferihisar’dayım. Burada Fitosofia Akademi’yi sürdürüyorum, geliştirmeyi istiyorum.

– Tam pandemiye denk gelen, talihsiz bir zaman olmuş Seferihisar’daki başlangıcınız…
– Evet. Eğitimleri yüz yüze veriyordum. Ama neyse ki tam pandemi öncesinde esas uzun soluklu eğitimim olan fitoterapi temel eğitimini online olarak hazırlamıştım. İyi bir öngörü olmuş bu. Şimdi o eğitime devam ediyorum. Bir yandan da danışmanlık yapıyorum. Yavaş yavaş bir akademi ortamı oluşuyor burada. Kendi bitki araştırmalarım var, günün birinde kitaplaştıracağım araştırmalar, bunlara da devam ediyorum.

Şaduman Karaca’nın dünyanın dört yanından topladığı geniş bitki koleksiyonu da Akademi’de…

– Biraz da fitoterapiden bahsedelim. Bitkilerin tedavide kullanılması deyince; bildiğim kadarıyla bir eczacılık fakültelerinde okutulan fitoterapi var, bir de “aktardan şu otu al, kaynat, iç” gibi tamamen geleneksel bir bilgiye dayanan… Sizin doğal tıbbın parçası olarak nitelendirdiğiniz fitoterapi bu ikisinden nasıl ayrılıyor?
– Önce doğal tıbbı kısaca tanımlayayım. Her insanın doğuştan sahip olduğu kendi kendini sağaltıcı gücü doğal yollarla ve doğal malzemelerle harekete geçirerek hastalıkları önlemek veya tedavi etmek için başvurduğumuz yöntemlerin tamamına doğal tıp diyoruz. Bunun içinde pek çok yöntem var. Bitkilerle yapılan fitoterapi de bunlardan biri. Buradaki temel konu, bir organımızın yapacağı işi dışarıdan başka bir şeye, örneğin bir ilaca yaptırtmak yerine, organı dürtmek, harekete geçirmek ve ona yaptırtmak. Bu daha kalıcı ve daha sürdürülebilir bir tedavi oluyor. Öbür türlü, tansiyonum yüksek, indiren bir ilaç kullanıyorum, kolesterolüm yüksek, onu indiren bir ilaç kullanıyorum. Doğal tıbbın amacı, bunun yerine vücudun kendini regüle etmesini sağlamak.
Fitoterapiyi modern tıpta olduğu gibi kullanan bir ekol var. Eczacılık fakültelerinde eğitimi yapılan da bu ekol. Bitkinin etken maddesi ayrıştırılıyor ve belli ilaçlar, preparatlar hazırlanıyor. Örneğin hastanın karnı ağrıyor, demir eksikliği var… Bunlara karşı bu preparatlar kullanılıyor.
Öte yanda geleneksel halk hekimliğinde ise kuşaktan kuşağa aktarılan bir bilgi var. El verme de diyoruz buna. Sadece nokta atışlı bilgiler değil ama. Yani karnı ağrıyana şöyle bir tedavi uygulanır gibi değil. Bütünsel bir bilgiden söz ediyorum. Kişinin yüzü soluktur, tırnakları şöyledir, göz bebekleri şöyledir, iştahı kaçmıştır, yemek yiyemiyordur… O zaman bu bitkiyi kullanacağız. Her ne kadar hakir görünse de halk hekimliğinde adı konmamış bir anamnez var. Bunu hakkıyla yapan, önce anamnezini yapıyor, tanı koyuyor. Tıbben yüksek derecede bilgisi olmasa da ustalarından öğrendikleri ve kendi yaşam tecrübesi var. Böyle bir halk hekimliği yok tabii şimdi.
Benim içinde bulunduğum ekole ise klasik fitoterapi deniyor. Biraz bu ikisinin ortası. Gelenekselin verilerini ciddiye alıyoruz. Buna tıp bilgimizi ekliyoruz. Farmakognozide öğretilen, bitkinin etken maddelerini öğreniyoruz. Fitoterapi eğitiminde bunları birleştiriyoruz. İşte buna klasik fitoterapi deniyor. Hem etnobotanik dediğimiz alan hem de halk hekimliği kıymetli benim için. Bunu ciddiye alıyorum ama kendimi tamamen ona bırakmıyorum. Eczacılık fakültesinde öğretileni de dikkate alıyorum, biliyorum. Ama sadece şu etken madde tansiyonu düşürür diye ona odaklanmıyorum. Doğal tıp yöntemlerinin diğer alanlarını da dikkate alarak fitoterapiyi uygulamaya çalışıyorum.

– Modern tıp ile uygulamalarda bir çatışması var mı fitoterapinin?
– Bence yok. Örneğin klasik fitoterapide bazı bitkilerin kullanımı yasak. Avrupa Bilimsel Fitoterapi Çalıştayı ve Almanya Sağlık Bakanlığı’nın oluşturduğu bir “Komisyon E” var. Bunun yayınladığı bitki monografları üzerinden gidiyoruz biz de. Negatif olan, yani “insan sağlığına zararlıdır” emaresi olan bitkileri kullanmıyoruz. Geleneksel halk hekimliğinde kullanılıyor olabilir. Orada sadece yaşam tecrübesine dayanıyor çünkü. Daha sağduyulu ve bilimsel bir pozisyonda oluyoruz biz.

– Modern bilimsel araştırmanın sonuçları için ölçülebilir, gözlenebilir, tekrarlanabilir olma gibi ölçütler var. Mesela bir ilaç piyasaya sürülmeden önce böyle bir araştırmadan geçiyor, deneniyor ve etkileri, yan etkileri genelleştirilerek ortaya konuyor. Fitoterapi için böyle ölçütlerden söz edebilir miyiz?
– Klasik fitoterapinin şöyle bir temel farkı var; kişiye özel uygulanıyor. Siz geliyorsunuz, şu şikayetleriniz var, anlatıyorsunuz. Tahliller, belki bazı testler istiyoruz. Ve sonuçta size uygun bir terkip hazırlanıyor. Klasik fitoterapide kişiye özel çalıştığınız için, önden laboratuvar ortamında ya da deney ortamlarında sınanma ihtimali yok. Yüz kişi için geçerli olabilir bu terkip ama yüz birinci kişi için de geçerli olacak diye bir kural yok. Onun için biz daha dikkatli olmayı, hastanın hep yanında olmayı öneriyoruz. Sürekli geri bildirim istiyoruz. İlk kullandığında hemen bir tepki, bir alerji, bir reaksiyon oluyor mu diye geri bildirim aldığımız için daha bireysel, daha kişiye özel çalışmış oluyoruz.
Burada ilk ve en üst yasa zarar vermeme ilkesi. Önce zarar vermemeyi garantiliyoruz. Ardından, çalışmaya başladığımız andan itibaren geri bildirimler üzerinden gidiyoruz. Yani daha kişiye ve duruma özel bir terapi uyguluyoruz.
Kategorize edip o sonuçlara göre ilaç uygulamak herkesin kolayına gidiyor. Çağın gereklerine uygun hızlı tedavi bu çünkü. Başın mı ağrıyor, ilacı bu. Bunu alıp işine gücüne devam edebilirsin. Aynı şey bitkisel ilaç sanayisinin hazırladığı, tek etken maddeli preparatlar için de geçerli. Hızlı ama bütünsel bir bakış değil bu. Fitoterapi de ise sorumluluğu terapistin yüklenmesi gerekiyor. Hem kullanacağı bitkiyi hem de hastayı iyi tanıyabilmeli. Bu yüzden ben esas fitoterapi eğitimini sadece hekimlere ve tıp eğitimi almakta olanlara veriyorum. Temel eğitim alan diğer insanlara ise, sadece kendiniz için uygulayabilirsiniz diyorum.

– Dediğiniz gibi terapiste düşen sorumluluk daha fazlaysa uygulayan kişinin hem aldığı eğitim hem de yaptığı işe bakışı önem kazanmıyor mu? Bu açıdan Türkiye’de durum nasıl? Uygulayanların eğitim düzeyi, insanların çare arayışının bir ekonomik istismar konusuna dönüşebilmesi?..
– Bu hala açık bir yara. Nasıl semptomlara göre standart ilaç uygulaması modern tıbbın standart tedavisi haline gelmişse, fitoterapide de “şu durumda şu bitkiyi kullanın” diye bir ezber ortaya çıkıyor. Üstelik bu televizyonlarda, 80 milyon insana tavsiye ediliyor. Açıkçası bu çok hatalı ve tehlikeli. Hatta, bunu çok dikkatli bir şekilde söylüyorum, suç kategorisine giriyor. Çünkü halkın sağlığı tehlikeye atılıyor.
Çünkü televizyonda bu tedaviyi öneren kişi karşısında kendisini dinleyenlere sormuyor; senin başka bir hastalığın var mı, tansiyonun nasıl, kolesterolün var mı, böbreklerin, karaciğerin ne durumda, daha önce ağır hastalık geçirdin mi… Bunları bilmeden, herkese dümdüz aynı öneri… Sanki insanlar bir fabrikadan çıkmış gibi, herkese aynı önerilerde bulunuluyor. Kadın hastalıklarında da böyle, çocuk hastalıklarında da, diğer genel hastalıklarda da bu böyle.
Türkiye zaten ekonomik durumu zayıf bir ülke. İnsanlar da bir uzmana gitmektense, “zaten televizyonda söylendi, ben o zaman şunu buna karıştırayım, kaynatayım, kullanayım” diyor. Bu çok tehlikeli, televizyonlarda bunları anlatanlar büyük vebal altına giriyor.

– Daha önce söylediğiniz gibi, tıbbi amaçlar için kullanılan bitkilerin niteliğiyle ilgili sıkıntılar da devam ediyor sanırım. Bu bakımdan da tablo iyi değil.
– Evet, burada da bir standart oluşmuş değil. Türkiye’de ilk eğitimleri bitirdiğimde öğrencilerim şunu söylediler. “Bir şey öğrendik, o da gidip aktardan bitki almayacağız.” Kendileri yetiştirmeye başladılar. Biz artık aktardan bir şey almıyoruz. Uygun biçimde kendi yetiştirdiğimiz bitkileri kullanıyoruz. Kendi ağımız oluştu böylelikle. Danışmanlık yaptığım, yönlendirdiğim tıbbi bitki yetiştiricisi çiftçiler var. Yetiştirme, kurutma, muhafaza etme ortamlarını düzenlemeye çalışıyoruz.
Bu arada bütün aktarlar kötüdür ya da bir aktardaki bütün bitkiler kötüdür demiyorum. Düzgün yetiştirilen bitkiler de var içlerinde muhakkak. Ama genel toptancı sisteminden tedarik edilen tüm bitkilere şüpheyle yaklaşıyorum. Yanlış ambalajlara bile rastladım ben, paketin üzerindeki etiket başka, içindeki bitki başka. Aktar öğrencilerim de var benim. Onları bitkileri doğrudan üreticilerden tedarik etmeye yönlendiriyorum. Böylece hem üreticiyi denetleme hem de yönlendirme şansları oluyor.
Bu konuda bir standardı getirebilmek için kooperatifleşmek ya da markalaşmak gerekli belki de. Bu konu üzerine de kafa yoruyoruz.
– Teşekkür ederiz verdiğiniz bilgiler için.

:

İlginizi çekebilir