Baha Okar –
Çocukluğum Karadeniz Ereğli’de geçti. “Hoppala, Seferihisar dergisi diye aldık, ne çıktı” demeyin hemen; geleceğim…
Güzel bir sahil kasabasıymış Ereğli zamanında, hâlâ da güzeldir. Demir çelik fabrikasıyla bilinir. Fabrika 1960’ların sanayileşme ve kalkınma hamlesiyle kurulmuş. Kurulmasıyla da ilçenin 8 bin olan nüfusu bir anda 18 bine fırlamış. Şimdi Ereğli, nüfusu Zonguldak’tan fazla, mahalleleriyle birlikte 180 bin kişinin yaşadığı koca bir ilçe; aslında bir metropol minyatürü. Trafiğiyle, hava kirliliğiyle, kalabalığıyla…
Ortaokul yıllarımda, yani 80’lerin sonuna doğru Demir Çelik’te 15-20 bin, belki daha fazla işçi çalışıyordu. Neredeyse her ailede fabrikadan ekmek yiyen biri vardı. İlçenin bütün ekonomik yaşamı fabrikaya dayanıyordu desek yeridir yani. Bu yüzden bir grev olduğunda bütün ilçe dururdu. Toplu sözleşme görüşmelerini falan, bütün kent can kulağıyla takip ederdi. Sonrasında özelleştirme, taşeronlar vs. ile fabrika biraz küçülse de ekonomideki ağırlığı devam etti.
Bir de osmanlı çileği denilen bir çilek türü var Ereğli’ye has. Biraz pembeye çalan renkte, çok baskın mis gibi kokusu olan bir tür. Babam anlatır, eskiden pazar kurulduğunda kokusu bütün çarşıyı sararmış, insanlar çileğin pazara indiğini oradan anlarmış. Şimdilerde ise yok denecek kadar az. Mayıs-Haziran arası, bir 15 gün pazarda buldunuz buldunuz… İnsanlar köylerden akın akın çelik üretmeye inince çilek üreten kalmamış; zaten narin bir bitki, bakımı zor, fabrikanın pisliğiyle verimi daha da düşmüş, yıldan yıla üretimi azalmış. Ama artık çileğin kendisi yoksa da festivali var. Bir de çelikten çilek heykeli dikmişlerdi kentin girişine. Onu da Karayolları kaldırmış duyduğum kadarıyla.
* * *
Hayatımın bir 15 yılını da İstanbul’da geçirdim. İstanbul bir obez şehir. Bu sayıda yayımladığımız Bülent Şık’ın raporunda okuyacaksınız; obezite tekil değil toplumsal bir sorun ve sağlıksız abur cubur beslenmeyle ilgili. İstanbul da öyle; sanayinin, ticaretin, finansın, turizmin, sanatın, kültürün, her şeyin merkezinde o var; dolayısıyla her şeyden besleniyor, sağlıksız besleniyor, sınırsızca büyüyor ve sorun sadece İstanbul’un değil bütün ülkenin sorunu.
Öyle büyüdü ki İstanbul, kesintisiz biçimde bir ucu İzmit’e bir ucu Tekirdağ’a dayandı. Üçüncü köprü ve havaalanı projesiyle kuzey ormanını yutmaya başladı. En ücra, yolu izi olmayan bölgesinde, bir gün bir bakıyorsunuz geniş bir çevre yolu, dev viyadükler… Sonra yerden kocaman, tapınak gibi bir bina bitiyor; AVM’si, konutları, iş merkezi, sosyal tesisi içinde olan bir rezidans, şu reklamlarda gördüğünüz türden bir “yaşam merkezi”. Birkaç yıl geçmeden bir de bakmışsınız şehrin yeni merkezlerinden oluvermiş.
* * *
Bu iki kent, bir kalkınma modelinin farklı ölçekte iki göstergesi aslında. Sanayileşmeye dayalı, sürekli bir büyümeye endeksli, bütün ekonomik faaliyetin merkezileşmesi yönünde eğilim gösteren, kentin kır üzerinde kesin hegemonyasını talep eden bir kalkınma.
Kime ve ne için olduğunu bir yana bırakalım, bu modelin faydaları olmuştur muhakkak. Verimlilik artmıştır, sermaye birikimi hızlanmıştır, mal ve hizmet üretimi büyümüş, tüketim kitleselleşmiş ve buna bağlı tanımlanan yaşam standardı yükselmiştir… Sorsanız, sayarlar da sayarlar ama “evet ya, bu kalkınma modeli sayesinde dünya eskisinden çok daha güzel bir yer” diyebilecek bir tek kişi bulamazsınız.
Bu sonuçlardan belki fayda görmüş, belki görmemişsinizdir; bunları beğenir ya da beğenmezsiniz, şimdi mesele bu değil. Yani çileği sevmiyor, olmasa da olur diye düşünüyor olabilirsiniz. Sizin gözünüzde memlekete hizmetin ölçüsü, yapılan karayollarının uzunluğu olabilir. İstanbul’un keşmekeşi, kaosu, sizi her an her şeyle karşı karşıya bırakabilecek dinamizmi hoşunuza gidebilir, benim giderdi mesela. Yine de, ortaya çıkan tabloda kaybettiklerimiz, her aklıselim insana “iyi de, bunun başka türlüsü mümkün değil miydi?” diye sorduruyor olmalı.
* * *
Ekonomik, ekolojik ve sosyal olarak sürdürülebilir bir kalkınma tartışmaları da işte bu soruyla başlamıştı; “başka bir kalkınma mümkün mü?”
Ekonomik olarak sürdürülebilir; yani yarın borç batağına batıp iflas bayrağı çekmeyecek, üretmeye ve bileşenlerini maddi olarak ayakta tutmaya devam edebilecek.
Ekolojik olarak sürdürülebilir; yani doğayı sınırsızca kullanabileceği bir hammadde kaynağı görmeyecek, biyolojik çeşitliliği koruyacak, yenilenebilir doğal kaynakları kullanacak, yenilenemeyenleri harcadığında ise gelecek kuşaklar için yerine koyacak.
Sosyal olarak sürdürülebilir; yani cinsiyetler ya da sosyal sınıflar arasında eşitsizliği ortadan kaldırmasa da derinleştirmeyecek, azalmasına katkıda bulunacak.
Hiç şüphe yok ki, farklı kesimler bu sorudan ve yanıt arayışından farklı şeyler anladı. Farklı kaygılarla yaklaştı. Bu sorun karşısında, sürdürülebilir kalkınma kavramını ilk ortaya atan Birleşmiş Milletler farklı, yoksul ülkeler farklı yerde durdu. Sağcısı, liberali farklı, solcusu farklı pencereden baktı.
Dergide bu tartışmalara girmek boyumuzu aşar aşmasına. Ama öte yanda değinmemiz gereken bir şey var. Seferihisar bir süredir bu soruya kendi çapında verdiği ve vereceği yanıtlarla, yapacağı tercihlerle bir yön belirlemenin eşiğinde. Zeytinlik alanlara maden ve sanayi tesisleri yapılmasının yolu açılmış… Orhanlı köyünde kurulması planlanan taş ocağının karşısında duran köylünün “zeytin yerine taş mı yiyeceksiniz?” sorusu daha ortada duruyor… Mandalina bahçeleri ortasında apartmanlar boy göstermeye başlamış… Seferihisar’ın merkezinde çarpık bir yapılaşma almış yürümüş… Öyleyse bu yanıt kritik ve geri dönüşü olmayan bir önem taşıyor desek yanlış olmaz.
Seferihisar yavaş şehirlerin başkenti. Ülkenin en uzak köşelerinde örnek alınıyor, başlattığı kimi uygulamalar pek çok kente esin kaynağı oluyor. Elbette ki Seferihisarlılar bunla ne kadar gurur duysalar azdır. Ama bu, bir o kadar da sorumluluk yüklüyor. Seferihisarlının doğaya, tarıma, tarihe, köye, yani köklerine zarar veren bir gelişmeyle uzlaşma lüksü yok.
* * *
Seferi Keçi’nin bu sayısında, sürdürülebilir bir kalkınmayı başarmak ve başka türlüsünün mümkün olduğunu göstermek adına Seferihisar’da hayata geçirilen şeylere yer verdik. Küçük üreticiyi destekleyen, doğadan aldığını doğaya veren, tarımsal üretimi geliştiren bir kalkınmanın öğeleri ve ille de bu süreçte öne çıkan, daha fazla rol üstlenen kadınlar…
Böyle bir kalkınma toprağı göz ardı ederek, doğayı göz ardı ederek, birlik olmuş emeği göz ardı ederek olmaz. Peki, yarısı eve kapatılmış, hayatın arka planına itilmiş, sesi bastırılmış bir toplum, kendisini bu yarısının üretken, verimli, becerikli ve yaratıcı ellerinden mahrum ederek böyle bir kalkınmayı başarabilir mi? Başarsa da böyle bir toplumun sosyal olarak adil, sürdürülebilir bir denge üzerine kurulduğu söylenebilir mi? Bu yüzden, iyi olan her şey gibi, sürdürülebilir bir kalkınma da kadınsız olmaz.
Melda Onur ve kadının işten sayılmayıp hiçe sayılan, görünmeyen emeğini yazdı. Neptün Soyer üretim kooperatifinde bir araya gelen kadınların hayatlarını nasıl değiştirdiklerini anlattı. Bir de Seferihisarlı pazarcı kadınların anlattıkları var.
Bu sayı için çalışırken rast geldiğimiz, İzmir Ekonomi Üniversitesi’nden sosyologların Seferihisar’da kadın üretici pazarlarında yaptıkları saha çalışmasının sonuçları da aynı şeyi söylüyor. Ankete katılan kadınların yüzde 93’ü ürettiklerini pazarda satmaya başladıktan sonra daha mutlu olduklarını belirtmiş. Kimileri yaşadıkları bunalımdan pazar sayesinde kurtulmuş, antidepresan kullanmayı bırakmış. Yüzde 88’i özgüveninin arttığını, yüzde 70’i çevrelerinin kendilerine karşı saygısının arttığını söylemiş. Benim gibi istatistiklere şüpheyle yaklaşanlardansanız, bir pazar günü Sığacık’a buyurun, yüzlerinden okuyun.
Tarıma ve küçük üreticiye gelince; Şevket Meriç üretici pazarlarını, tohum takasını, karakılçık buğdayının gün yüzüne çıkış hikâyesini anlattı. Tunç Soyer başka türlü bir kalkınma için yerel yönetimlere düşen görevleri dile getirdi.
Biz de bütün bu yazılıp anlatılanları Ulamış köyünden duvar resimleriyle süsledik, çok da güzel oldu. Karakılçık buğdayının ve ata ekmeğinin tohumdan buğdaya, hasattan fırına hikâyesini duvarlara resmeden Arzu Kızıltuğ, Canip Taşkıran, Hülya Tartar, Yavuz Koçoğlu ve diğer Seferihisarlı sanatçılara, izinleri için teşekkür ederiz. Resimleri fotoğraflayan ise Abdulhakim Bağış. Güzel çekti ama siz yine de gelip, bir de yerinde görün.
* * *
Bu anlatılanlar Seferihisar’da hayata geçirilenler, daha eklenecek şeyler de vardır muhakkak. Ama bir o kadar da yapılamayanlar, eksik kalanlar, yanlışlar… Bunda şaşıracak, umutsuzluğa kapılacak bir şey yok; hayat da öyle değil mi… Seferihisar yaşayan bir yer, kâğıt üzerinde bir tasarım ya da hayallerde bir ütopya değil. Doğru ile yanlışın, tam ile eksiğin, iyiyle kötünün ve tüm bunlara temel olan sosyal ve ekonomik güçlerin çelişkisiyle, bunun gerilimi arasında ilerleyecek. İyiye omuza vermek, kötüyü eleştirip dur demek, Seferihisar’ı hedeflediği sürdürülebilir geleceğe taşıyacak.
Ütopya değil derken küçümsüyor değiliz. Aksine, bir gelecek kuracaksanız ütopyanız olmalı bizce. Söz buraya gelmişken, bu topraklarda dile getirilmiş, kıra ve kolektif emeğe dayalı bir ütopyadan söz etmemek olmaz, bu da bir okuma önerisi olsun. Cumhuriyet’in kurucu kadrolarından Memduh Şevket Esendal’ın, 1930’larda yazdığı “Yurda Dönüş” adlı öyküsü.
Esendal “amudî (dikey) medeniyet” olarak adlandırdığı sanayi uygarlığının çökeceğine, ülkenin geleceğini kurarken toprağa dayalı bir “ufkî (yatay) medeniyet” anlayışının temel alınmasının gerektiğine inanmış. Hikâyesinde uzun yıllar yurtdışında kalmış bir adamın, geri döndüğünde hatırladığından bambaşka bir ülke bulmasını anlatıyor. Kahramanımız daha ilk adımda, eskinin miskin, dalkavuk memurlarının yerini almış eğitimli, kişilikli kadınlarla karşılaşıyor.
Bu öyküyü hatırlamamıza vesile olan Sadık Usta, OdaTV’deki yazısında gerisini şöyle anlatıyor:
“Toplumsal gerçekçi hikayeleriyle ünlenen Esendal, hikayesinde bambaşka bir ülkenin hayalini kurmuş. O, nüfusun büyük kentlere yığılmadığı, alabildiğine gelişmiş küçük kentlerden oluşan bir ülke düşlemiş… Bölgeler arası gelişmişlik düzeyi dengeli, tarım ve hayvancılığı gelişmiş, halkı aydınlanmış, insanları çalışkan, herkesin birbirini tanıdığı köyler ve küçük kasabalar şekilde örgütlenmiş, doğa-insan ilişkilerinin uyumlu olduğu bir ülkeyi anlatmış.”
“En ücra köylere kadar örgütlenmiş bir halk… Halkevleri sayesinde tiyatro, müzik ve koro gibi sanatsal faaliyetlerin yaygınlaştırıldığı; meslek kurslarının açıldığı; okuma- yazma etkinliklerinin alabildiğince teşvik edildiği, eğitim ve öğretime önem veren bir ülke…”
“Ne çalışma hayatında ne de günlük yaşamda telaşın olmadığı, herkesin eğlenerek ve tatildeymiş gibi çalıştığı ve yaşadığı, mutlu olduğu bir ülke…”
Güzel, değil mi? Bunu gerçekleştirmek için ütopyalarımız, esin kaynaklarımız, birikimimiz ve hayata geçirecek gücümüz eksik değil.
Ütopyalarınız yönünde yol aldığınız bir yeni yıl dileriz…