Geçtiğimiz günlerde Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası’nın Seferihisar’da düzenlediği “Alternatif Yerel Yönetim Modelleri ve Tohum Politikaları” başlıklı panele, Muğla Menteşe Belediye Başkanı Bahattin Gümüş, Tunceli Ovacık Belediye Başkanı Fatih Mehmet Maçoğlu ve Seferihisar Belediye Başkanı Tunç Soyer konuşmacı olarak katıldılar. Hedefledikleri ve başardıklarıyla Türkiye’de alternatif bir yerel yönetimin mümkün olabileceğinin bizzat ispatı olan bu üç kıymetli yerel yöneticinin konuşmalarına dizi halinde seferikeci.com’da yer vermeye devam ediyoruz. Bahattin Gümüş ve Fatih Mehmet Maçoğlu’nun konuşmalarını yayınlamıştık. Şimdi söz Tunç Soyer’de…
ÖNCEKİ KONUŞMALAR:
– Bahattin Gümüş: “Sloganımız ‘Menteşe’yi birlikte yönetiyoruz’”
– Ovacık’ın komünist Başkanı Fatih Mehmet Maçoğlu: “Bir kere selam vermedim, ‘buna ne olmuş?’ dediler”
Hepiniz hoş geldiniz. Fatih Başkan üretim ve yönetim üzerine odaklanarak anlattı. Sahiden düşünmeye sevk eden, çok provokatif şeyler vardı söylediklerinde. Ben de hazırladığım sunumun biraz dışına çıkmak, bunlara değinmek istiyorum izninizle.
Önce üretim kısmıyla ilgili bir şeyler söyleyeyim. Seferihisar olarak bir tarım ve turizm memleketiyiz. Mandalina ağırlıklı bir üretim alanı, geniş bir mandalina bahçesi diyebiliriz Seferihisar için. Bunun yanında da çok bereketli toprakları olan, çok çeşitli ürünlere ev sahipliği yapabilen bir coğrafya.
Dört temel kuralla yola çıktık. Yani bizim tarım politakımızın dört temel başlığı var. Birincisi, küçük üreticinin üretmesinin önündeki engelleri kaldırmak. İkincisi, üreticinin tekil olarak kalmasına izin vermemek ve onu kooperatif, birlik çatısı altında buluşturmak. Üçüncüsü, ürünü mutlaka işleyip dönüştürmek yani tarım ürünü olarak bırakmamak. Ve dördüncüsü, yerli tohuma sahip çıkmak. Dokuz buçuk senedir, ne yapıyorsak bu dört başlık altında yapmaya çalışıyoruz.
Her biri ile ilgili kısa kısa bir şeyler söylemek isterim. Üretici pazarları kurduk. Tek bir kuralı var bu pazarların, insanların sadece kendi ürettiğini satmasına izin veriyoruz. Halden, dışarıdan, Çin işi Japon işi satmasına izin vermiyoruz. Karşılığında biz de bir harç, işgaliye, vergi almıyoruz. Sekiz tezgahla başladığımız bu hikâyenin gelişimi bize gösterdi ki memlekette insanlar üretimden vazgeçmişler, kopmuşlar, ama bu imkân sayesinde yeniden üretmeye başladılar. Pazarlarımıza İzmirliler gelmeye başladı, üreticimiz daha çok üretti. Biz daha çok ürettikçe İzmirli daha çok geldi. Bugün üretici pazarlarımızda 400 civarında tezgâhımız var. Üretim de çeşitlendi bununla beraber. Hiç elma bahçesi yoktu Seferihisar’da daha önce, artık var. Patates yetiştirilmezdi, artık yetiştiriliyor. Çünkü üretici biliyor ki eğer üretirse alıcısı hazır, ürününü tüketiciyle aracısız buluşturabilecek ve ürettiğinin karşılığını cebine koyabilecek. Birinci kuralımız bu biçimde gelişti ve yayıldı.
İkincisi, üreticiyi mutlaka kooperatif, birlik çatısı altında buluşturma meselesi. Fatih başkan da söyledi. Bu işin başka yolu yok. Kapitalist üretim ilişkilerinin dayattığı üretim modelleri, büyük sermayeli ve büyük ölçekli üretimi dayatıyor. Aslında Batı, vahşi kapitalizm dönemi sonrasında bunun sürdürülebilir bir şey olmadığını gördüğü için küçük üreticinin yok olmasının önüne geçmeye çalıştı. Hollanda’da, Almanya’da, İtalya’da, Fransa’da kooperatifçiliği olağanüstü bir biçimde teşvik etti. Bugün Hollanda’da kesme çiçek ihracatının tamamını bir tek kooperatif yapıyor. Aynı şekilde Almanya’da tüm tarım üreticilerinin tek bir kooperatif çatısı altında olduğunu görüyoruz. Neden? Çünkü küçük üreticiyi yaşatamazsanız toplumun sürdürülebilirliği kalmıyor. Bırakın kapitalist ya da sosyalist üretim ilişkilerini bir tarafa, sürdürülebilir hayat kalmıyor.
Dolayısıyla kooperatifler, birlikler aslında kaçınılmaz bir mecburiyet. Üstelik Anadolu toprağının insanları, bunu çok öncesinden keşfetmiş ve birlikte bunu hayata geçirmiş bir toprağın insanlarıdır.
Biz de bu anlamda çok çeşitli kooperatifler kurduk. Bir kadın kooperatifi kurduk mesela. Yedi kadının kurduğu bir kooperatifin bugün 85-90 civarında üyesi var. Yaptıklarından kısacık bir örnek vereyim. 400 civarında yaşlı hemşerimizi bir yemeğe davet etmiştik Belediye olarak, 75 yaş üzerindeki Seferihisarlıları. Onlarla sohbet ettik, hazırladığımız soruları sorarak konuşturduk. Anneannen ne masal anlatırdı, dedenin komşularla ilişkileri nasıldı, sokakta ne oyun oynardın gibi soruların ışığında geçmişte onların yaşadığı şeyleri dinledik. Çok güzel hikâyeler çıktı ve “Seferihisar’ın Çınarları” diye bir kitap yaptık. Bu arada inanılmaz güzel yemek tarifleri çıktı ortaya. O yemeklerin yapıldığı bir lokanta açtı kadın kooperatifimiz Sefertası isminde ve sadece önceden adını bile bilmediğimiz o yemekleri yaparak para kazanmaya başladılar.
Mandalina Üreticileri Birliği kurduk, bir paketleme tesisi satın aldık ve o tesisi o birliğe devrettik. Özetle küçük üreticiyi yaşatmak zorunda olduğumuzu bildiğimiz için onların haklarını koruyacak, tefecinin, aracının karşısında ezilmesini engelleyecek mekanizmalara sahip üretici birlikleri ve kooperatifler oluşturmaya çalıştık.
Üçüncüsü ürünü işlemek. Tarım ürünü sadece Türkiye’de değil, aslında dünyada da artık para etmiyor. Geçen sene patates 8 kuruştu değerli arkadaşlar. Bir kamyon patates ile bir cep telefonu alamaz durumda üretici. O kadar vahim tablo var ki. Ama bunu işlerseniz, cips yaparsanız, başka türlü katma değer yaratmış oluyorsunuz ve pazarlama kabiliyetiniz artıyor. Raf ömrü uzuyor. Velhasıl tarım ürününü mutlaka işlemek zorundasınız.
Zeytini zeytinyağına, üzümü şaraba, pekmeze dönüştürmek… Biz de mandalina memleketi olduğumuz için buna çok kafa yorduk ve inanılmaz çeşitli ürünler ortaya çıktı. Reçeli, marmeladı, suyu, bunları zaten biliyorduk ama üzerine gittik ve yeni ürünler keşfettik. Mandalina kurusunu keşfettik mesela. Şimdi efervesan tableti üzerinde çalışıyoruz. Pestili, şarabı, likörü, esansı, kolonyası, çok çeşitli ürünler ortaya çıkmaya başladı. Katma değeri yüksek ürünler elde edilmeye başladı. Özetle, uyguladığımız tarım politikalarının üçüncü temel ayağı, ürünü işlemek.
Ve dördüncüsü yerel tohuma sahip çıkmak. Şöyle bir girizgâh yapmam lazım. 2006 yılında Türkiye’de bir yasa çıkmış. Bu yasa diyor ki yerli tohumu satamazsınız. Ben bunu okuduğum zaman inanamadım. Gerçek mi bu, evet gerçek. 2006 yılında bir yasa yerli üreticinin ürettiği yerli tohumu satmasını yasaklıyor. Gerçek bu arkadaşlar. Biz ne yapabiliriz diye düşünmeye başladık. Satışını yapamıyorsak takasını yaparız dedik ve bunun için yola çıktık. 4-5 ay Seferihisar’ın bütün köylerini dolaştık, yaşlılarımızdan, kadınlarımızdan, üreticilerimizden tohumlar toplamaya başladık. Birinci sene 284 tür tohum topladık. Bir sera yaptık ve orada çimlendirmeye çalıştık. 80 küsur tohumu çimlendirmeyi becerdik. Ve takas günü, karpuz üreticileri karpuzcularla, salata üreticileri salatacılarla buluştular, tohumlarını değiştirdiler.
Değerli arkadaşlar, insan evladı bu gezegendeki yüzbinlerce yıllık macerasında avcılık ve toplayıcılık ile yaşarken, binlerce tür bitkiyle, otla, sebzeyle, meyveyle beslenirmiş. Bugün sadece 20 tür ve onların türevleriyle hayatımızı idame ettiriyoruz. Bu inanılmaz bir yoksullaşma. Tarımın keşfiyle beraber başlayan bir hikâye bu ama geldiği nokta burası. Dolayısıyla biz bu tohum takas meselesini çok önemsedik ve bunu çeşitlendirmek, ürünü çoğaltmak için fideler üretip üreticimize ücretsiz dağıtmaya başladık. Onun için bizim pazarlarımızda domatesler öyle tornadan çıkmış, marketlerde gördüğünüz gibi bir örnek, aynı renk, aynı büyüklükte değiller. Bizde eğri büğrü, pembeli kırmızılı farklı domateslerle, farklı salatalıklarla buluşabilirsiniz. Çünkü üreticimiz bu fideleri yetiştirerek, pazarda aracısız tüketiciyle buluşturuyor.
Son bir hikâye daha aktarayım, sonra üretim meselesini bitireyim. Tohum takasın ilk yılında Gödence köyümüzden bir amcamız, bize bir avuç karakılçık tohumu vermişti. Demişti ki, “bu çok kıymetli bir tohumdur. Biz zamanlar bu ovalarda sadece bu buğday yetiştirilirdi. Şimdi artık hiç kalmadı. Ne yapın ne edin, bunu çoğaltın.” Tamam dedik, aldık o bir avuç tohumu, önce saksıda çoğalttık. Sonra biraz daha çoğaltarak, büyüterek beş yıl sonunda altı dönüme ektik, altı dönümde hasat yaptık. Bu beş yılın sonunda günde 20 tane ekmek yapabiliyorduk. Buğdayı eski bir değirmende öğütüp, eski bir taş fırında pişirerek yapıyorduk o 20 ekmeği. 1000 yıl öncesinin lezzetini bugüne taşımak gibi, biraz nostaljik, fantezi gibi bir şeydi. 20 ekmek, çıktığı dakikada satılıyordu. Cesaretlendik, ertesi sene 120 dönüme diktik. 120 dönümden günde 350 tane ekmek almaya başladık. O 350 ekmek de aynı gün satılmaya başladı.
Bu sene uygulamayı değiştirdik. Alım garantili üretim diye bir şey başlattık. Üreticimize dedik ki “kardeşim, sen bana kaç dönümden ürün vereceksin?” Diyelim ki 10 dönüm. “Ben de sana devletin verdiği taban fiyatının iki misliden almayı taahhüt ediyorum”. Böylece üreticimiz üretme konusunda bir cesaret buldu ve şu anda 500 dönüm üzerinde toprakta karakılçık buğdayı üretiliyor. Yani 7-8 sene önce, o bir avuç tohum ile başladığımız macera, 500 dönümün üzerinde alana yayılan bir üretime dönüştü.
Üretim faslını burada keseyim. Fatih Başkanın vurguladığı, provoke ettiği yönetim faslına asıl girmek istiyorum çünkü.
Bu yönetim meselesiyle ilgili gerçekten çok daha fazla konuşmak lazım. Çünkü Türkiye’de rejim değişti. Değerli arkadaşlar, farkına varmamız gereken şu. Artık Türkiye’de bir tek adam rejimi var. Ne demek bu? Otorite merkezileşti. Bir tek kişinin iki dudağı arasında bir yönetim modeline dönüştü. Eskiden beri hep söylenir; yerel çok önemlidir, çok kıymetlidir diye. Şimdi bunun en gerçek, en somut yaşandığı andayız. Yerelden başka nefes alınacak bir alan kalmadı. Yerelden başka mücadele edilecek bir alan kalmadı. İster üretimde ister yönetimde, ne derseniz deyin… Dolayısıyla şimdi belediyelerin, yerel yönetimlerin önemi, anlamı, kıymeti çok daha fazla.
Bizim sonuçta şunu söylüyor olmamız lazım. “Bak vatandaş, tek adamın yönettiği memlekette işler öyle yürür. Ama katılımcı, şeffaf, demokratik bir yerel yönetimin olduğu yerde işler böyle yürür. Sen daha mutlu olursun. Hayatın daha kolaylaşır, daha güzelleşir.” Bunu diyebilmemiz, bunu gösterebilmemiz lazım.
Dolayısıyla bizim yerel yönetimler olarak iki somut hedefimiz olmak zorunda. Birincisi, üretimi gerçekten teşvik edip, önünü açıp, küçük üreticiyi yaşatacak, hayatını sürdürecek, köyden kente göç etmesini engelleyecek üretim modellerinin üzerine gitmek zorundayız. İkincisi, yönetimde demokrasiyi hâkim kılmak zorundayız. Bu ikisini yapamazsak aydınlık bir gelecek yok.
Peki kim yapacak bunu? Fatih Başkanım çok güzel söyledi, siyasete girin dedi. Siyasete girin…
Değerli arkadaşlar, siyaset CHP’li, AKP’li, MHP’li olmak değildir. Biz siyaseti böyle anlamaya başladık. Hani biri sorsa, “siyasetle ilgileniyor musunuz?” Evet dediğimizde ikinci soru, “Hangi partidensin?” oluyor. Oysa siyaset bugünkü siyasi anlayışlara mahkûm olacak bir şey değil. Siyaset, hayatı anlama ve dönüştürme sanatıdır. Bunun için CHP’li, AKP’li, MHP’li olmanız gerekmiyor ama vicdanınızın olması gerekiyor. Hayatın daha iyiye gidebileceğine dair umudunuzun olması gerekiyor. Bunu yapma gücünü kendinizde bulmanız gerekiyor. Eğer bunu yaparsanız, siyaset yapıyorsunuz zaten.
Yerel yönetimler, gerçekten Başkan’ın söylediği çok doğru, teori ile pratiğin buluştuğu en güzel alandır. Ben bu işi inanılmaz bir aşkla yapıyorum, neden biliyor musunuz? Çünkü gerçekten bu hayata bir çentik attığıma inanıyorum. İnsanların hayatını iyileştirmek için bir şeyler yapma gücüne sahip olduğuma inanıyorum. Bu parayla, pulla satın alınacak bir şey değil, muazzam güzel bir şey. Muazzam bir şey, hiçbir meslek, hiçbir hayat sizi bu kadar mutlu edemez. O nedenle yerel yönetimlere talip olmak, yerel yönetimlerle çalışmak, yerelde bir şeyleri değiştirecek faaliyetlere yönelmek çok önemli. Bir kadının, bir çocuğun, bir yaşlının hayatının iyileşmesine katkınız olduğunu bilmek ne kadar büyük bir zenginlik, düşünebiliyor musunuz?
Biz insan evladı olarak kendimize çok önemli şeyler atfediyoruz. Çok kıymetli, çok değerli, çok büyük bir şeyler yaptığımızı düşünüyoruz zaman zaman. Oysa bir toz zerresi kadar bile değiliz evrende. Ama bizi diğer canlılardan ayıran en önemli şey iz bırakmak. İsterseniz adınızı bir yerlerde yaşatarak, isterseniz geride bıraktığınız anılarınızla, isterseniz ürettiklerinizle, bir şekilde hepimiz iz bırakmaya çalışıyoruz. Onun için, siyaset iz bırakmanın en sağlıklı yoludur. Bakmayın, bugün çok çirkin, çok sığ, çok kötü olabilir. Ama şikâyet ettiklerinizi, şikâyet ettiğiniz insanlar değiştirmeyecek. Şikâyet ettiğiniz şeyleri onların değiştirmesini beklemekten daha saflık olamaz. Siz değiştireceksiniz. Siyasetten başka yol da yok.
Arkadaşlar bakın, bir komünist başkan var… Tek adam rejiminden bahsediyoruz ama bir komünist başkan var ve yürüyor; durduramıyorlar, yürüyor. İnanılmaz güzel işler yapıyor. Bizim kelebek etkisine inanmamız lazım. Burada biz yaratacağız iyiliği. Güzelliği biz yaratacağız ki başka bir dünyanın başka bir hayatın mümkün olabildiğini gösterelim.
Evet uzattım, ama son olarak şunu söyleyerek bitirelim. Bu dünya gerçekten güzel bir dünya. Kendi yaşadığımız memleket çok özel, çok zengin, çok güzel bir memleket. İnanılmaz bereketli topraklara sahibiz. Akvaryum gibi denizler, olağanüstü bir iklim, muazzam köklü ve güçlü bir kültür. İnsanlığa hediye ettiğimiz o kadar değer var ki… İmece bile bu kültürün ürettiği bir şey. Bu kadar köklü, bu kadar güzel bir kültürden gelen insanlar, eğer böyle bir rejimde, böyle bir toplumda yaşıyorsa, bundan rahatsız olmamız lazım. Biz bunu haketmiyoruz. Anadolu bunu hak etmiyor. Birinci çıkış noktası bu olmalı. Biz bunu hak etmiyoruz, daha iyisini hak ediyoruz ve bizim aklımız, vicdanımız, yüreğimiz bunu kurmaya yeter. Böyle dememiz lazım. O yüzden hepinizi siyasete davet ediyorum. Saygılar sunuyorum.