Seferihisar’ın Çınarları / Saadet Erciyas ___________
Renkli, gülen gözlerle bakıyor Hasan Kozan. Mavi mi yeşil mi kestirmek zor. Yüzünde derin çizgiler… Sığacık’ın en yaşlı, en görmüş geçirmiş balıkçısını sorunca “Topal Hasan’a gideceksin” demişlerdi. Şimdi, Sığacık’ın Kaleiçi’ndeki, beyaz badanalı, tertemiz uzun sokaklarında bir akşamüzeri söyleşisi yapıyoruz Hasan Kozan’la. Başında gri bir kasket, üzerinde kahverengi ütülü bir gömlek…
Hasan Kozan 1926 doğumlu. Hasan Kozan’ın dedesi Mora’dan gelmiş. Kozan, ilkokulu Sığacık’ta üç yıl okumuş, şahadetnamesini almış. Ondan sonra babasının yanında çalışmaya başlamış. Kardeşi Yaşar Kozan beş sene okumuş. Babasının rençper olduğunu söylüyor. Ekip biçtikleri esas ürün tütünmüş. “Kendi tarlamız vardı. Biz de senelerce gittik, Allah düşmanıma bile nasip etmesin tütünü. En kötü meslek” diyor.
Sigara içip içmediğini sorduğumda, “67 sene içtim. İki senedir de içmiyorum” diyor.
1941 yılında babasını kaybeden Hasan Kozan, bir yıl sonra balıkçılığa başladığını anlatıyor. “Aynı mesleği şimdi büyük oğlum yapıyor” diyor. Bir ayağı kısa olduğu için askerliğini Poligon’da altı ay kısa hizmetle yaptığını söylüyor.
Sığacık’ta eskiden insanların denize ancak 14 Ağustos Deniz Bayramı’nda girdiğini ifade eden Hasan amca, “Eski devirde 14 Ağustos deniz bayramıdır. Bütün herkes o zaman gidiyordu. Ama biz balıkçı olarak devamlı zaten denizdeydik” diyor.
Hasan amcaya tütün işinden balıkçılığa geçişini soruyoruz…
“Kendi teknemiz vardı. 6,75 boyunda, ismi Çapkın. Biz iki erkek kardeşiz. Tütünden artırdığımız paradan aldık kayığı. Evvela arkadaşlarla birkaç defa gittik, merak sardı. Oltayla başladık.”
Neler avladığını soruyorum Hasan amcaya… “Mercan, kopez, pangri, sargoz, karagöz” diyor, arada oltayla da avlandıklarını belirtiyor. “Kefali son zamanlarda, beş sene önce avlardım. Her gün 15-20 kilo kefal tutuyordum. Kefal tutmak kolay değildi. Ama çiftlik vardı. Deniz kefali, havuzların altına geliyordu. Yem atılıyor ya havuzlara, onlara geliyordu. Ordan tutuyorduk.”
“Balıkçılık mı daha zor, tütüncülük mü?” deyince Hasan amca hiç tereddüt etmeden, “En zor tütün” diyor. Sonra devam ediyor: “Balıkçılık tembel işi ama sabır ister. Zaten sabırlı olmazsan tutamazsın balık…”
‘Barbun en pahalı balıktı’
Gençliği denizde geçmiş Hasan amcanın. Konu balık fiyatlarına geliyor…
“Ben balığa başladığımda kopezin kilosu 35 kuruştu. Diğer balıklar 50-60 kuruş. En pahalısı barbunya, çipura, pangri. Bu üç balık pahalı balık. Barbun 60 kuruştu.”
Sığacık’ta balığa başladığı yıllarda yani 1941-42 yıllarında dört tekne olduğunu anlatan Hasan Kozan o günlerin Sığacık’
ına ve balıkçıların dünyasına ilişkin şunları söylüyor:
“O zamanki balık felaketti. Bir tek tekne avlanmaya giderse iki küfe balık tutardı. Ama tekne kaç tane? Dört tane tekne var. İki kişi çalışır, av bırakırlar. Deniz, çok daha temiz, tertemizdi. Balıkçılardan Eşref Efeer’in motoru vardı. Onlar da tütüncüydü aslında. Biz de isterdik motorlu olsun ama neylen alcen motoru? Şimdi deniz kirlendi. O zaman hiçbir şey yok, tertemizdi. Biz tuttuğumuz balığı kabzımala verirdik. Günde 20 kilo tutuyorduk. En bol eylül, ekimde olurdu balık. Kopez çok tutardık. Şimdi hiç yok desen de olur. Biz 25-30 santimetre tutardık. Şimdikiler gidiyor beş altı santim ve belki iki üç tane…”
“Karidese, kalamara yine rağbet var mıydı?” diyorum, gülüyor. “Karides bizde zaten yok, yengeç çoktur ama avlanmazdı. Kalamar tutardık ama kanı çıkmadığı için yinmezdi. Atardık. Kalamarı yem yapardık paragata. Yem olursa olur. Şimdi altın değerinde” diyor.
‘Balığı trolcüler bitirdi’
Ava giderken her şeyi kendilerinin hazırladığını söylüyor Hasan amca… “Yem olarak mamun takarız. Yerin altında saklı o. Canlı bir hayvan. Böcektir bir çeşit. Kıyılarda, 40-50 santim suda, bir metre olan yerde olmaz. Onu kullanınca mercan, pangri, zargot, karagöz, çupra gelir.”
Balık bu kadar bol iken bu noktaya nasıl gelindiğini sormamak olmaz elbet emektar balıkçıya… Hasan amca bu sonun sorumlusu olarak trolcüleri gösteriyor. Şunları anlatıyor: “Bu balığın kökünü trolcüler kazıdı. Havyar bitiyor, yavru kalmıyor. Trolü göreceksin, çok zarar verir balığa. Günah. Denize katliam. Şu anda altı yedi trolcü var. Zaman geliyor 50 tane olduğu oluyor. Karadeniz’den sonra Ege’yi de bitirdiler. Avlanıyorlar, denizi berbat ediyorlar.”
Bir zamanlar dört beş kayığın olduğu Sığacık’ta bugün 100’ün üzerinde tekne bulunduğunu söyleyen Hasan amca, kalabalık nedeniyle kişi başına düşen miktarlardaki azalmaya dikkat çekiyor. “Bir sele bıraktığımızda günde en az 30 kilo balık avlıyordum. Şimdi çocuklar bıraktığında bir kilo çıkarsa memnun oluyor. Oğlum da balıkçı” derken endişeli.
Denizde en fazla üç kilometre açıldıklarını anlatan Hasan amca, lodos olduğunda denizin hırçınlaştığını anlatıyor. “Sisam’dan gelir lodos, hırçın olur. Deniz poyrazda sakin olur” diye anlatıyor.
Hâlâ balığa çıkıp çıkmadığını sorduğumda, “Geçen seneye kadar gidiyordum. Kalp krizi geçirdim, stent takıldı, artık gitmiyorum” diyen Hasan amcaya balığın yol arkadaşı rakıyla arasını soruyorum…
40 senedir içmediğini belirtip, “Daha evvelce arkadaşlarla her akşam içerdim. Dokunmaya başlayınca, bıraktım” diyor.
Hasan Kozan’ın iki oğlu var. Eşini çocuklardan biri dört, diğeri altı yaşındayken kaybeden Hasan amca, çocuklarını üvey anne eline vermemek için evlenmediğini söylüyor. Birkaç ay önce gelinini kaybettiğini üzüntüyle anlatan Hasan amca, “Şimdi evde oğlum ve torunumla üç erkeğiz. Yine eski günlerdeki gibi olduk” diyor. Bir oğlunun balıkçı diğerinin Seferihisar’da muhasebecilik yaptığını söylerken, evlatlarıyla gurur duyduğunu sözlerine ekliyor.
Balıkçılığın yanında mandalina da dikmiş
Hasan amca zorlu yıllara rağmen balıkçılığı severek yaptığını anlatıyor. “Çok memnundum o devirde. Çok para kazanıyordum. Evim, mandalinalığım var çok şükür” diyor.
Balıkçılığın yanısıra bahçıvanlık yapan Hasan amca, mandalinayla ilk tanışan Sığacıklılardan. Hem satsuma yetiştirmiş hem de fidan üretip satmış.
Anlatıyor…
“Mandalinayı buraya Ahmet Salman getirdi ilk. İkinci Necati Yarar, sonra da herkese dağıldı. Mandalina tembel işi aslında. Hele şimdi damlama çıktı. Basıyosun düğmeye, kendi kendine gübresini makine veriyor. Bol para alıyordu herkes. Milleti tembel etti. Şimdi bozuldu ama. Bu sene tahmin ediyorum satılmaz mandalina, ihracat olmazsa zaten affedersin eşekler bile yemez mandalinayı. Ben 35 senedir hiç tüccar aramam. Aynı yere veririm. Tütün yasaklandı, bağsa hiç yok. Bir zamanlar buradan Seferihisar’a kadar her yer bağdı. Sonra onlar söküldü, tütün dikildi. Daha kârlı çıktı üzümden. Nar da çok iyiydi. Bir tanesi bir ya da bir buçuk kilo oluyordu. Bizim burada iki bahçe var. Gelirli bir şey.”
Bahçıvanlık içinse şunları söylüyor: “37 senedir bahçem var. Bahçıvanlık da yapıyordum. Patlıcan, biber, fasulye, pırasa diktik. Aklına ne geliyorsa diktik. DSİ artezyeni var, Eski Yol deriz biz. Taş dibinde bahçem… Seferihisar’dan İzmir Hali’ne en az 10 kamyon mal giderdi buradan. Burası yemez o kadar malı. izmir Hali’ne yollardık biz malları. Toplu fatura verirdi onlar da.”
Hasan amca İzmir deyince, fuar günlerini anımsıyor. “Eğlenceyle işimiz yoktu ama fuara giderdik, çoluk çocuk isterdi” diyor. Fuara iki oğlunu alıp, en çok Emel Sayın’ı dinlemeye gittiklerini anlatıyor.
Hasan amcadan kalamar tarifi
Yemekle arasını soruyorum Hasan amcaya. Eşini kaybettikten birkaç sene sonra annesini de kaybedince mutfak işini kendisinin üstlendiğini söylüyor. “Her yemeği yaparım ayıp söylemesi. Aklına ne geliyorsa. Hamur açması dışında. 86 yaşında aynı görevlere yeniden başladık” deyip bana lezzeti garantili bir kalamar tarifi veriyor. Bakın Hasan amca neler söylüyor, iyi bir kalamar yapmak için…
“Burada balık sevilir. Biz kalamar da tutarız ama yemek için çok pahalı. Satarız kalamarı. Torun çok sever. Babası işler. İyi bir kalamar için en az dört gün bekleyeceksin. İşlemeden kalamar pişmez. Eskiden işlemesini de bilmiyorduk. Kalamarı temizledikten sonra limon sıkıyorsun, bir tatlı kaşığı da karbonat koyuyorsun üzerine, bir kiloya bir tane limon. Bir yumurta ve biraz da tuz koyacaksın. Sonra elinle ovaliceksin, ondan sonra buzdolabına varsa dipfrize koyarsın. Üç gün sonra yemeğe duyamazsın, yumuşacık. Bol yağda kızgın ateşte pişcek yalnız.”
Balığı ızgara, tava ya da kömürde yaptıklarını anlatan Hasan amca, en iyi pilakinin adabey denilen balıktan yapıldığını söylüyor. Şu an denizden en çok çipura, karagöz, mercan, pangri, patlak, barbunya ve çim çim çıktığını, çim çimin çok uzak yerde bulunabildiğini anlatıyor.
Sığacık’ta denize girmek için en güzel yerin ise Ekmeksiz plajı olduğunu vurguluyor… “Herkes Akkum’a gider ama en güzel yer Ekmeksiz’dir, kumu güzeldir” diyor.
Kooperatifçilik girişimi
Balık avlarken kendi kendilerine türkü söylediklerini söyleyen Hasan amcaya avlanmaya hangi saatte çıktıklarını soruyorum. Çeşit çeşit avlanma yöntemi olduğunu söylüyor ve kendisinin nasıl avlandığını anlatıyor:
“Mesela kopez için gündüz çıkar akşamüzeri dönüş yaparsın. Paragata sabah erken gidersin mercana. Sabah 11-12’ye paragatları kaldırırsın, dönersin. Gece gidersen akşam bırakırsın, sabah kaldırırsın. Derin suya değil. Bütün gecen denizde geçer. Ağı gece olur. Ay ile av olmaz. Ben ekseriyet mercana çalışırdım. Sabah iki üç, dönerdim.”
Hasan amca ile sohbet sırasında sayıları artan balıkçıların nasıl kooperatifleştiğini de konuşuyoruz. Kooperatifçilik konusunda ilk girişimi kendisinin yaptığını öğreniyoruz. “Balıkçı Metin kurdu sonra kooperatifi. Yedi kişi kurdular. Balıkçının balığını satıyor. Bugün için çok kolaylık oldu. İzmir’e çok mal veririz. İzmir ekseriye sardalyeye çalışırdı” diye anlatıyor.
Hasan amcanın pırıl pırıl gözlerine “maşallah” dedikten sonra “Balık yiyenin gözü bozulmaz” efsanesinin doğruluğunu sormak istiyoruz. “Ben gözlük kullanmıyorum. 86 yaşında paragat onarıyorum. Çok balık yemekten. Doktorlar doğru söylüyor” diyor. Aşağı yukarı her gün bir öğünde balık yediğini söylüyor…
Alman harbinde Sığacık’ın hareketli günleri…
Hasan amcanın Kaleiçi’ndeki evinin kapısında otururken, diğer evlerden çıkan komşular da merakla dinliyorlar bizi. Hasan amcanın anlattıkları onlara da ilginç geliyor. Özellikle de Alman savaşında yaşanan olaylarla ilgili anlattıklarını duyunca şaşırıyorlar…
“Üç İtalyan hücumbotu, Alman bombardımanından kaçıyor, buraya sığınıyorlar. Alman uçağı haber almış. Alçak alçak uçuyor. Altında Alman bayrağı var. Büyükler ‘Kaçın, bomba atacak’ diye bağırıyorlar. Hücumbotlara Türk bayrağı çekiyorlar, Türk sularında olduğu için Almanlar bir şey yapamadı. Ancak uçağın Sisam’ı bombaladığını duyduk. Çünkü burası onlar bombayı attığında sarsılıyordu. Ada buraya 45 mil… Camlar zangır zangır sallanıyordu. Korkuyorduk bizler de o yıllarda. Işık yakmak yasaktı, karanlık, lamba da yaktırmıyorlardı…”
Hasan amcanın yine Alman harbi sıralarında yaşanan, bizlere anlattığı bir başka olay da Kanlıada’da geçiyor. “Delikanlıydım. Killik Burnu’nda bir manga asker devamlı nöbet tutardı. Onlar haber verdi. ‘Denizde çok bağırtı var’ diye. Gittik, tekne batmış. Büyüktü. İçerde Yunanlılar vardı. Bir tanesi kız, yüzerek adaya çıkmış. Birkaç tanesi direğe sarılmış, tekne batık. Sonra sahile cesetler çıkmaya başladı. Killik Burnu ile Kanlıada arası, sakat deniyor, taş vardı. Kaptan bunu bilmiyor. Gece geliyor, kaptan içki içiyormuş. Oğlu kullanıyormuş. Sahile girerken batmış. Altın bulan çok oldu o zamanlar. Sahibine yaramamış, kime yarayacek…”
86 yıllık yaşamı boyunca askerliğini Poligon’da yaptığı altı ay dışında Sığacık’tan ayrılmayan Hasan amca bizlere türbeden de söz ediyor. “Ben 86 yaşındayım. O zamanın ihtiyarlarına sordum. Kaptanın biri, hep yelken, eski devir, fırtınaya tutuluyor. Bir ışık görüyor. Işık türbenin orada. Kaptan ‘Allah’tan yardım geldi’ diyor. Kıyıya çıkınca bir hafta kalıyor ve türbeyi yaptırıyor. Adını kimse bilmiyor. Belki 200 senedir vardır. Belki 300 senenin üzerinde. Tarihi belli değildir.”
Atatürk’le karşılaşma
Hasan amca ile evinin kapısı önünde yaptığımız sohbet sona ererken, gülen gözlerle bakıp can alıcı bir soru soruyor…
“Sana Atatürk’ü de anlatayım mı?”
Atatürk’ün 1934 yılında Sığacık’a yaptığı ziyaretin en yakın üç tanığından birisi, öğreniyoruz ki Hasan Kozan… “Elbette” deyip oturuyoruz tekrar yanına. Şunları anlatıyor o önemli güne ilişkin Hasan Kozan…
“Atatürk geliyor, deyince buradan bütün millet, eli ayağı tutan herkes Seferihisar’a gidiyor. Burada sadece biz çocuklar ile ihtiyarlar kaldı. Atatürk de kalkmış buraya gelmiş. O zamanki paşalarda pantolonlarda kırmızı şeritler var. Çocuğuz biz ya, bakıyoruz, hangisinde geniş şerit varsa Atatürk’tür diye. Bir ara bir halka oldu. Biz tesadüf Atatürk’ün dibinde kaldık. Rahmetlinin dibindeymişik. Üç çocuk. Sivil o, benim gelin Ankara’ya gitti de, ‘Baba dediğin elbiseler orada asılı’ diyordu. Şapkası, ceketi, pantolu damalı, golf pantolon. Boynunda dürbünler takılı.”
“Öğretmen var, okuldan, Ömer Unsal Hoca. Öyle dineliyor. Onunla konuşuyor. Zaten konuşcek başka kimse yok. ‘Hoca’ dedi ‘Buranın ismi ne?’”
“Halbuki o bilmiyo mu?”
“‘Sığacık Paşam’ dedi, hoca. Atatürk, ‘Şirin Sığacık’ dedi.”
“Şimdi üç arkadaşız ya, arkadaşın bir tanesine ‘Okula gidiyor musun?’ dedi.”
“‘Gidiyom’ dedi. ‘Büyüyence ne olcen?’ ‘Asker olcem’. Atatürk, ‘Alıp gidem mi seni?’ dedi. ‘Alıp gidem mi seni?’ deyince bizim bir kaçışımız var, üçümüz birden. Mehmet İnce, Yusuf Şener ve ben… Sonra Mehmet İnce, törenlerde anlattı bu anımızı hep…”
Hasan amcanın ışıl ışıl gülen gözlerindeki parıltı görülmeye değer. Seferihisar’ın belki de en eski balıkçılarından Hasan amcası, bizi uğurlarken, “Şimdi paragatları onarayım” diyor ve evinin bahçesine yöneliyor…