Kolektif aklın söz sahibi olduğu, taşranın duyargalarını açacak şeffaf bir kent yönetiminin irade gösterdiği, gönüllülük esasıyla yürüyen birlikteliklerin inşa edildiği, kültürel değerlerin yeni kuşaklara acele etmeden aktarıldığı, dayanışmacı ekonomik örgütlenme modellerinin kurulduğu, doğayla ilişkide acelecilik ve tüketimin değil geri dönüşümün ve üretkenliğin esas alındığı ve en önemlisi de yüz yüze ilişkilerden beslenen sahici bir toplumsal ilişki ağının örülmesiyle, kendisine atfedilen tüm o kasvetli imgeleri tersine çeviren bir taşra mümkün olabilir.
Taşra kelime anlamı olarak merkezde olmanın, şehirli olmanın karşıtı olarak karşımıza çıkıyor. “Dış” kelimesinin eski telaffuzuyla “taş”tan türeyerek “dışarısı” anlamına geldiğini, TDK Sözlüğü’nde “bir ülkenin başkenti veya en önemli şehirleri dışındaki yerlerin hepsi, dışarlık” olarak tanımlandığını, “ayakyolu” veya “hela” anlamına gelen kullanımlarının olabildiğini görüyoruz. Günlük yaşantıda merkezin ya da metropol hayatının tam zıddı özelliklerine göre aşağılayıcı, küçümseyici anlamlar yüklenen taşra oturup beklemenin yeri; moderniteye karşı geleneğin-muhafazakârlığın son kalesi; zamanın alabildiğine yavaş ama dedikodunun ve cezalandırmanın ise alabildiğine hızlı işlediği yer; çoğu zaman yoklukla eş anlamlı, kötücül, estetikten yoksun bir basitlikte yaşamın akıp gittiği, kısıtlanmışlık, eskimişlik, vurdumduymazlık, çürümüşlük, unutulmuşluk, köhnemişlik gibi iç bunaltıcı duygu durumlarının yaşandığı bir mekân; kasvetli imgeler bütününü temsil eden bir kavram olarak kullanılıyor. Hem etimolojik kökeni hem de sözlük anlamıyla bile “olumsuzu” ya da “ötekiyi” çağrıştıran niteliğiyle taşra, sosyal bilimlerin çeşitli disiplinlerinin geliştirdiği kentleşme ve modernleşme kuramlarında eskiyi-gelenekseli-basit toplumsal yapıyı, tarım toplumunu, mekanik dayanışmalı toplumu, cemaati vb. ama en genel anlamıyla da feodaliteyi temsil eden bir kavrama karşılık geliyor. Özellikle Sanayi Devrimi sonrası kapitalist toplumsal ilişkilere paralel gelişim gösteren kent yaşamıyla birlikte “ilerleme”nin karşısında “geri” gömleğini giyen taşra, kültürel olarak da geri kalmışlığı temsil ediyor. 19. ve 20. yüzyılın önemli edebiyat eserlerinde de bu yaklaşımların tipik örneklerini görebiliyoruz.
Ülkemize bakarsak, İstanbul’un başkent olma durumu Osmanlı ve hatta Bizans’ı da kapsayan coğrafi temelli bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Anadolu’nun binlerce yıllık hikâyesi, İstanbul’un taşrası olma durumuyla tarif ediliyor. Cumhuriyet sonrası süreçte ise yeni kurulan ulus devletin teşkilatlanma, kurumsallaşma eyleminin İstanbul’dan Ankara’ya kaydırıldığını görüyoruz. Bozkırın ortasında neredeyse sıfırdan bir başkent, siyasal bir merkez inşa ediliyor. Ancak kurumsallaşmanın kent bazında öyle bir anda oluşabilecek bir şey olmayacağını tahmin edebiliyoruz. Siyasal gelişime paralel kültürel bir gelişim modelinin izlenmesinin gerektiğini, bunun da “kültürel bir devrim” hamlesiyle gerçekleştirilmeye çalışıldığını görüyoruz. Ülke aydınlarının, tüm bu süreç içinde tıpkı dünyadaki örneklerine benzer şekilde, İstanbul ve Ankara dışı tabir edilen taşraya, mesafeli, zaman zaman katı, zaman zaman ise zorla geliştirilmesi gereken bir mekân olarak yaklaştıkları görülüyor. İlerlemenin ve aydınlanma hamlesinin, ekonomik olarak nadir örneklerinin yanında asıl olarak kültürel politikalarla (eğitim yoluyla) taşraya dair planlarının ne kadar başarılı olduğunu, içinde bulunduğumuz coğrafyanın siyasal ikliminin değişkenliği ile verili toplumsal ilişkileri biçimlendiren ideolojik ve kültürel öğeleri dikkate alarak da değerlendirebiliriz.
Taşra-merkez ikiliği gerçek mi?
Peki, bu kadar kesin bir merkez-taşra ikiliği kurgulamak ve yerel ölçeklerdeki tüm farklılığa ve çeşitliliğe karşın Türkiye “taşrasının” özelliklerini kimi ortak paydalarda toplamak mümkün gözükmekte midir? En azından siyasal ve sosyolojik analizlerle böylesi bir genellemeye gitmek mümkün müdür?
Türkiye’nin önemli düşünürlerinden Metin Çulhaoğlu’nun Türkiye’nin içinden geçtiği siyasal süreçlerle ilgili tartışma konusu olan taşra-merkez meselesini ele alan ve taşrayı belirli bir siyasal analiz nesnesi haline getiren makalesi, meselenin siyasal ve sosyolojik fotoğrafını çekmemizde işlevsel olabilir. Çulhaoğlu, 1923’ten bu yana, sonuncusu içinde bulunduğumuz dönem olmak üzere “taşranın” üç dönemden geçtiğini söylüyor: En genel hatlarıyla, 1923’ten 1950’ye kadar uzanan ilk döneme damgasını vuran şeyin, toplumu “resmi ideoloji” doğrultusunda yeniden şekillendirme ve modernleşme projesini ülke sathına yayma çabaları olduğunu belirtiyor. Bu çabaların ve doğurduğu tepkilerin ise taşrada sınıfsallığı, sınıfsal ayrışmaları gölgeleyen bir ideolojik-kültürel atmosfer yarattığını belirtiyor. Sonuç olarak ise bu atmosfere özgü politikleşmiş tepkilerin 1950 iktidar değişikliğini getirdiğini söyleyebiliriz. Çulhaoğlu’na göre 1950’den 1980’e uzanan ikinci dönem birincisinden farklıdır. Bu dönemin karakteristik özelliği, gerek tarımda gerek sanayide üretimin ön planda oluşu ile üretimin ideoloji ve kültür üzerindeki etkisinin belirginleşmesidir. Başka bir deyişle, sınıfsallık ve sınıfsal ayrışmalar artık gölgelik yerlerden gün ışığına çıkmıştır. Sonuç, politikleşmiş hak ve çıkar arayışları, bu doğrultuda verilen mücadelelere dönüşmüştür.
Çulhaoğlu, 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül darbesiyle başlayıp 1980’den günümüze uzanan ve içinde bulunduğumuz 30 yıllık dönemde, taşranın üretim bağlamında çarpıcı bir ayrışma, farklılaşma ve eşitsiz gelişim yaşadığını söylüyor. Bu süreçte kimi mekânlar özel üretim alanlarında uzmanlaşıp dünyaya açılıp kozmopolitleşirken, diğerleri gerilemenin de ötesinde çöküş sürecine girmiştir. İkinci kategorideki mekânların yerlilerinden sıkça duyulabilecek “bizde sanayi yok”, “tarım ve hayvancılık artık bitti”, “gençlerin hemen hepsi işsiz” gibi yakınmalardan da anlaşılacağı gibi… Fakat üretim bazındaki bu ayrışma ve farklılaşmanın ideoloji-kültür alanına yansımadığını, tersine “yükseleniyle” ve “gerileyeniyle” birlikte taşranın ortak bir ideolojik-kültürel yapılanmada buluştuğunu söyleyen Çulhaoğlu’na göre, “yükselenin” bile mevcut uluslararası ekonomik eklemlenmeye eşlik eden dış dinamiklerle her an “darbe alabileceği” riskli ve belirsizliklerle dolu bir süreç içinde yaşadığı tedirginlik, ideolojik-kültürel alanda muhafazakârlığı, kapalılığı ve tepkiselliği beraberinde getirmiştir. Sonuç olarak ise, yükseleni ve gerileyeniyle taşranın ortak paydasında apolitikleşmiş, anlık-güncelci tepkisellikler şekillenmiştir. Ancak burada dikkat çeken özellik, bu noktada taşranın metropollerden ayrı, onlara karşıt bir konum sergilememesidir. Yani ortada bir ikilik yoktur. Taşrada kendine uygun zemin ve ortam buluyor olsa bile, muhafazakârlığın ve kapalılığın apolitik güncelci tepkileri, başta İstanbul olmak üzere metropoldeki siyasal-ideolojik-kültürel odaklarca üretilip taşraya servis edilmektedir. Ancak burada salt “taşraya servis” amaçlı bir üretim söz konusu değildir. Çünkü metropol, en başta nüfus açısından metropoldür; yok eğer ideolojiden ve kültürden söz edilecekse metropolün kendisi de taşralaşmıştır. Sonuçta, taşralaşan metropol ile metropolden beslenen taşra arasında birbirini tamamlayan ve birbirine muhtaç bir ilişki vardır.
Taşra kendisine atfedilen imgeyi yıkabilir
Analiz açısından merkez-çevre gibi bir düalite ilişkisinin taşra-metropol (kent) ikiliği üzerinden kurulması aslında günümüz kapitalist toplumsal ilişkiler ağının birbiriyle olan ilişkiselliğini ortadan kaldırmakta, taşraya dair atfedilen küçümseyici anlamların yeniden üretilmesini doğurmaktadır. Oysa her toplumun gelişim dinamiklerinin tarihselliği (zamansallığı) ve mekânsallığı özelinde düşünüldüğünde, örneğin kent yaşamındaki hıza karşın taşrada akan zamanın yavaşlığı her zaman negatif anlamlar taşımayabilir. Tüketim kültürü ile ikincil ilişkilerin yabancılaştırıcı etkisinin en azından vahşi yaşanmadığı taşrada günlük yaşamın moda tabirle “organikleşmesi” ve yüz yüze ilişkilerin mecburiyeti, nostaljik anlamların dışında sahici üretim potansiyeli taşıyan süreçlere dönüşebilir. Yavaşlık ile kolektif bellek ve hatırlama, hız ile unutma arasındaki ilişki, gündelik hayatın “yavaş felsefesi”ne dair fikir verebilir. Yaşadığı coğrafyayla, insanlarla, doğayla, yiyecekle, çalışma hayatı vb. gibi konularda kurulacak gerçek ve anlamlı bağlar, sürekli olarak denetleyici, hiyerarşik, agresif, stresli ve sabırsız bir hayattan çok daha ötesini “taşralı” bireye sunabilir. Yavaş, sakin ve daha dengeli bir hayat, taşraya atfedilen (çeşitli örneklerinde karşılığını da gördüğümüz) muhafazakâr, yoksunlukla örülü, sıkıcı, boğucu, hareketsiz yaşamın alternatiflerini üretme konusunda ufuk açıcı olabilir. Çünkü tüm bunları tarif eden düşünsel akıl, yine kentli yaşamın hızından ve “entelektüel” dünyanın estetize edilmiş kültürel sermayesinden beslenen “kentli” akıldır. Merkez kendi konumuna göre çeperi-taşrayı tarif etmektedir. Merkez-çevre, metropol-taşra düalizminin dışında taşralaşan metropol ile metropolden beslenen taşra ilişkisinin nüansları taşrada da bir hayatın olduğunu unutmamakta gizli. Ruhu olan yaşam alanlarının daha nitelikli ve kaliteli bir yaşamla mümkün olabileceğini düşünüyorsak; sürdürülebilir bakış açılarının ve yenilebilir kaynakların kullanımında kolektif aklın söz sahibi olduğu, içe kapanan taşranın duyargalarını açacak şeffaf bir kent yönetiminin irade gösterdiği, gönüllülük esasıyla yürüyen birlikteliklerin inşa edildiği, unutulmaya yüz tutmuş tarihi ve kültürel değerlerin, gelenek-göreneklerin yeni kuşaklara acele etmeden aktarıldığı bir günlük yaşam pratiğinin olağanlaştığı, ulaşım alışkanlıklarından yeme-içme kültürüne değişimlerin gerçekleştirildiği, daha dayanışmacı ekonomik örgütlenme modellerinin (kooperatifleşme vb.) kurulduğu, doğayla ilişkide acelecilik ve tüketimin değil geri dönüşümün ve üretkenliğin esas alındığı ve en önemlisi de yüz yüze ilişkilerden beslenen sahici bir toplumsal ilişki ağının örülmesiyle, günümüzde taşralaşan metropolün yabancılaştırıcı etkisini de, metropolden beslenen taşraya atfedilen tüm o kasvetli imgelerin gücünü yıkmak mümkün olabilir.
Not: “Taşra”, Metin Çulhaoğlu 11.02.2011 Birgün
http://www.birgun.net/haber-detay/tasra-15372.html